Monday 25 December 2006

Dün fast food yedim!


Dün fast food yedim!

Çünkü dün, “son günümmüş gibi” davranmanin bazen mantikli bir hareket olabileceğine karar verdim!

Çünkü ondan önceki gün hayatı sorgulamak zorunda kaldım ve bu zorunluluğun hiç hoşuma gitmediğini de farkettim. Ne yapıyoruz? Neden yapıyoruz? Nereye-niçin gidiyoruz? Bizi ne-kim bekliyor? Orada ne var? Gitmeli miyiz? Gitmesek n’olur?

Bütün bu sorular uzun bir liste halinde uzarken bazen bazı soruların cevaplanmaması gerektiği, hatta hiç sorulmamaları gerektiğini de gururla farkettim! (Benden başka bunu farketmiş kaç kişi olabilirdi ki?) Biz o soruların orada olduğunu biliyoruz; o sorular zaten bizim için var. Sözsüz-sessiz bir anlaşma bu. Herkes birbirini rahat bırakıyor. İşin içinden çıkamayacağımızı biliyorken sorulmazı sormanın ne manası var? Filozof musun sen? Filozoflar özel insanlar çünkü; hayatlarını bu soruları sormaya adarlar (Gelip size de bunları sordukları için çok can sıkıcılardı heralde. Bu yüzden günümüzde pek azlar...) ve dere tepe dolaşıp cevapları ararlar. Bazılarının da cevaplarını bulurlar belki ama kabul etmedikleri bir nokta (belki de hayatlarını devam ettirmelerini sağlayan) sordukları bazı soruların cevaplarının olmayışıdır ki bu sorular tavuk ve yumurta ilişkisinden çok daha karışıktır. Bu da onlar için iyidir çünkü eğer “kasap”san kesmek için bir şeylere ihtiyacın vardır. Ortada kuzu-koyun yokken kasaba ne hacet? Belki filozoflar da o yüzden yavaş yavaş azaldılar. Çoğunun ömrü yetmedi belki ama bayrağı aldığı büyüğünden yola çıkarak devam edenler soruları cevapladı ve görevleri bittiği için yer yüzünde daha az yer kaplamaya başladılar...

Ben de “belki”lerimle, cevaplanamayacak, soru işaretsiz sorular üretiyorum belki. Belki bu kocaman bi şaka. Belki de hepimiz kuklayız kaderin elinde. Belki de bütün iplerimiz kendi elimizdedir, serbestiz biz bu evrende. Belki de beni korkutan bu başı boş olma ihtimalidir. Belki de değildir...

İki gece önce tartıştık ve tartışma beni gitmek istemediğim bir yere sürükledi. Dünya zaten sorulardan oluşan bir cevap, beni ne diye uğraştırıyorsunuz? Eğer kişi, “Ben x işi yapıyorum!” dan “Ben ne yapıyorum?” a geçerse sorunlar baş gösterir. Türkçe’nin güzelliği, “soru” ve “sorun” kelimelerinin arasında sadece bir “n” harfi fark var, küçücük bir fark, tıpkı gerçekliklerinde olmaları gerektiği gibi...

Anı yaşamak gerektiğine inandım yıllarca, onu savundum... Şimdi daha da önemli olduğuna inanıyorum. “Niye yaşıyoruz?” Sanane?! Önündeki işine bak, uyu, sevgilinle ol, ot iç, ot yetiştir, müzik dinle, müzik yap, yemek ye... Bu soruların kimseye faydası yok. Tek amaçları orada olmaları ve bizi dinç tutmaları. Olmasalardı çok sorumsuz olurduk, herkes bi kulak memesi kıvamında. O da olmazdı ama sorulmalarını da hiç sevmiyorum.

Her zaman anı yaşa, kısa planlar yap, ileriye bak ama görmeye çalışma! Sadece bir şey geleceği zaman hazırlanmana yetecek kadar vaktin olsun. Kısa-başarılı planlar yapmak, uzun planlar yapıp onları sürekli değiştirmek ve ertelemek zorunda kalmakdan daha fazla moral veriyor insana...

O yüzden gittim “fast food” yedim dün! Hatta taksimden dönerken de saat 21’i geçmiş olmasına rağmen kaşarlı et dürüm yedim. Bu kadar kasma yaa, bi rahat bırak, yeşile bırak kendini. Kadir’in de dediği gibi ne o öyle “ivil ivil çalışıyoruz” hepimiz!

Rahat bırakın; gidin bi fast food yiyin, kolesterolünüz artsın, doymuş yağ asitleri gezinsin damarlarınızda, bi süre daha göbekli oluverin. Hayatın peşinde koşma, o senin peşinden gelsin di mi ama? Hayat önde gidiyorsa, zaten sorun başka yerde...

08.04.2005 - 05:36:27 / ReklamGiy Ofis

resim: amacabresilence@deviantart & fab

No comments:

Related Posts with Thumbnails