Sunday 30 December 2007

Karanlık Sokak

Karanlık sokak! Aslında o kadar da karanlık değil ama saat gece 03:00 civarı. Psikolojik olarak karanlık…
 
Topallayarak yürüyorum, cebimde günün hasılatı. Zaten zor günler, ya bu paranın başına bişi gelse?

- Onu korurum!

Sen mi? Nasıl?

- …

N’aparsın?

- Kaçarım!

Bu bacakla mı?..


Önceki akşam. Saat 22 civarı. Samatya sahili, halısaha.

3 haftadır rakipten oynuyorum. İlk haftaki inanılmaz performansım bu takıma transferimi sağlamıştı. Arkadaşlarıma karşı daha hırslı oynuyordum. Yolda gelene kadar arkadaşlarımın tahrikleri de durmuyor.

Ve dolunay! Bazen insanlara farklı şeyler verir dolunay. Güç, hırs… Kurt adam hikayelerinin doğuş noktası.

Dolunayın verdiği güç fazla geldi belki de bana? Rakip kale, sahanın tek giriş kapısının olduğu kenarda, caddeye ve tesislere yakın. Biz deniz tarafındayız. Sol tarafımda 2. bir ikiz halı saha. Sağ tarafımda ağaçlık ve uzayan sahil şeridi. Bi kaç kişi masayı kurmuş, içiyor… Dolunayın herkes için anlamı farklı…

Dolunay arkamda. Kulağıma bir şey fısıldamak isterse sol kulağıma yakın. Kaleyi cepheden gören bir noktaya, soldan sağa doğru atak yapıyorum. Topu sağ ayağımın dışıyla ortadaki boşluğa doğru çıkarıp, yıldırım gibi düşüyorum peşine. Artık ceza sahasının dışında, kalenin karşısındayım. Karşımda tek bir rakip, beni oyuna çağıran eski takım arkadaşım. En çok onlara göstermeliyim kendimi. Bomboş pozisyonda bizim forvet, sol kanat da boş…

Ama dolunay fısıldıyor kulağıma: “Şut çek! At golü!”

- Hayır!

“ŞUT ÇEK!”

Hırsım baskın. Bomboş pozisyona vermiyorum pası. Tüm gücümle asılıyorum topa. Hatta daha fazlası var sağ bacağımda. Gerilen sağ ayağım öne doğru fırlıyor ve top kaleye doğru ayağımdan ayrılırken, vuruşun gücüyle iki ayağım da havalanıyor yerden. Arkadaşımın baldırında patlıyor top, bari gol olsa…
Hemen arkasından sağ ayağımın üzerine iniyorum ve…

“TAK!” ediyor bir şey dizimin içinde! Kırılmaz kırılıyor. Tüm bu 2 saniyenin son çeğreğinde bağırarak yere yığılıyorum. Normal gücümün fazlasına, çok değil birkaç ay önce Uludağ’daki snowboard kazasında sakatlanan dizim dayanamamıştı…

Keşkeler halay çekiyor beynimde:

Keşke pas verseydim.
Keşke plase vursaydım.
Keşke topa bassaydım.
Keşke çalım atsaydım.

Keşke gol olsaydı… (Attığım en pahalı gol…)

Her halısaha sakatlığı gibi, önce inanmıyor insanlar. Şut kaçarsa sakatlandım ayağına yatar çünkü herkes. Bir çeşit yalancı çoban geleneği. 4. sınıf tıp öğrencisi 2 arkadaşım da yerden kaldırmaya çalışıyor. “Kalk bir şey yoktur. Bas üstüne.”

Diğer bir yaygın gelenek, sakatlanan kişinin kaleye geçmesi. Tekrar deniyorum dizimi, bu sefer kalede. Topa yükseliyorum, iniyorum… ve yerdeyim. Bu sefer ses biraz daha farklı “KATIRT!” Maçın sonu. Sadece maçın mı acaba?..

Gene psikolojik karanlık sokak. Kaçamazsın, dövüşemezsin. 

Paranoya alır yürür. Her kedi hırsız, her geçen gangster. Sanki Mordor’a giden yolda her an görülebilirim. Çaresizliği hissediyorum. Tadı moral bozuyor, acı ve ekşi…

Hep koştum ben. Güvenirdim bu özelliğime ama geçici olarak servis dışıyım.  

Bacağı kırıldığı için vurulan atı anlıyorum bir an. Çünkü at bunu ister…

Eve varıyorum. Kötülük aksayan bacağımı fark etmedi bu gece. Derhal iyileşmeliyim. Kötülükle savaşmak için değil, kendim için…

Doktor : Küçük bi yırtık, menisküs. Kendi geçer…
Ben : Ohh!

23.11.2005 / 01:43 / Çarşamba / ev / yatak

NOT 1: Aradan 14 ay geçmiş bu yazıyı yazalı. O gerzek doktorun aksine 1-2 hafta önce gittiğim Çapa Tıp Fakültesi’ndeki doktor: “Abicim ön çapraz bağı koparmışsın…”
Ben: “Hadi yaaa?!”

NOT 2: Bugün 25 ay olmuş. NOT 1’i yazdıktan sonra askere gittim. Sakatlığım orada da nüksetti çok geçmeden ve ameliyat oldum. Ameliyat olalı 21 ay geçmiş. Yeniden halı sahalardayım. Artık iyiyim. Sokak artık daha aydınlık…

30.12.2007 / 11:20 / Pazar / ev / bilgisayar

Saturday 15 December 2007

Akla Düşen Düşünceler No: 20071215


  • Geçen aklıma düştü. Biz erkekler kıllarımızı kestikten sonra (tıraş olduk vs.) o kıllar es kaza lavaboda falan kalırsa “Iğğğyyy iğreennçç!” oluyo kızlar için. Ama onlar vücudumuzdayken bizi öpüp okşuyolar. Demek ki iğrençlik, kılların kesilmesinde…
  • Ben lise müdürü olsam, okul formasını havalı bi takım elbise yaparım. Siyah mesela. Gömleği de siyah yaparım (Hem kir belli etmez.) Kravatı da mor ince kravat yaparım. Arma falan yok. Zaten forma benzersiz, ne gerek var? Hatta kravat, şimdi şu, liselilerin çok sevdiği kareli kravatlardan olsun. Herkes seve seve giyerdi, forma sorunu ortadan kalkardı. (Bizim iğrenç yeşil bir ceketimiz vardı mesela… İhsan Mermerci Lisesi.) Üstüne yaka düğmesini açık bırakıp, kravatı çok sarkıtmadan açma izni verirdim. Zaten çok sıkı olunca yaka kiri oluyo leş gibi! Bi de derslerde ceket çıkarmak, gömleğin kollarını kıvırmak serbest. Nasıl olsa dinlemiyolar olum! Hiç olmazsa kuralları ben koydum derim. Hocaya yarancam diye illa yakasını sıkı sıkı ilikleyen inek öğrenciye de sözlüden sıfır! Hayatı öğrensin biraz denyo!..
  • Geçenlerde Beşiktaş’ta bi kafede otururken, önümüzden omzunda kedi olan bi adam geçti. Öyle yavru falan değil, bildiğin kocaman, gürbüz bir kediydi… (Hayır abi, kahve içiyordum tabii ki! Ne içicem gündüz gözüne?!)
  • Uzun süredir sürdürdüğüm araştırmanın sonucunu açıklıyorum: Son dönemde bir kişiye online olarak ulaşmanın en hızlı yolu poktur! (Bkz. facebook – “poke”) MSN falan hikaye yani. Telefonumu açmayan adam, anında “pok mi bek” yapıyo… Manyak mıyız neyiz?..
  • Omzunda kediyle adam geçince şöyle bi ampul yandı kafamın derinliklerinde. Hani filmlerde, masallarda deniz korsanlarının omzunda papağanı olur ya? Belki karada da böyle bir konsept var? Adam kara korsanı belki? Korsan sidi falan satıyo. Olamaz mı ki?..
  • Feysbuk, sürekli olarak görüşmek istemediğiniz ama bi gün görüşebiliriz dediğiniz insancıkları, size belli bir mesafede tutmanıza yarayan, harika bişidir. Gayet bariz, akıllı bi insan evladının ürünüdür.
  • Ben penguen, uykusuz falan okuyom ya? İşte ben böyle dergiyi okurken illa sırayla okumak zorunda hissediyorum kendimi. Mesela favori köşe “Sandık İçi” fakat o upuzuuuun “Bebek Kafası”nı bitirmeden katiyen geçemiyorum Sandık İçi’ne. (Vedat’çığım. Bebek Kafası’nı sevmediğimden değil de, mesela Bostancı-Taksim dolmuşununda hoplaya zıplaya, minimum ışıkta ilerlerken, Sandık İçi’nin resimlerine bakıp bakıp gülmek daha mantıklı sanki di mi abicim?) Sırayı bozarsam, diğerine haksızlık gibi geliyor. Yanlışlıkla falan diğer sayfayı açarsam gözümü kaçırıyorum. Çok fena…
  • Bi kaç hafta önce de cebime kedi girdi! Ya valla bak! (Hayır bişi içmiodum abi! Ne içicem? Siz de beni iyice alkolik yaptınız! Az önce adamın omzunda kedi gördüm dedim, ona da aynı muameleyi yaptınız! Dur anlatıyorum…) Çapa Tıp Fakültesi içindeki basket sahasına gittik. Basket oynuyoruz. Bi arkadaşımı gördüm üniversiteden. Biraz laflayalım dedik. Hava da epey bi soğuk. Bi kedi yanaştı yanımıza. Sırnaştı sırnaştı. Sonra da kapişonlu sıvetimin önündeki cebe girdi kedi. Baya da kocaman bişi. Kafayı da diğer taraftan çıkardı. Ben böyle sırnaşık, böyle pişkin bişi görmedim. Cebimden zor çıkardım! Bi daa gidersem pantolonun cebine girmeye kalkacak diye korkuyorum...
  • O değil de, insanlık alemi beni hak edecek ne yaptı, onu çok merak ediyorum…
  • Bir asosyal, bir yako ve bir fab, bir Bolulu Hasan Usta’da oturuyorlarmış. Fab, kalkmak üzere olan asocial’a “Yarın ki olay çok çetrefilli. Satranç taşlarını dizer gibi diziyorum herkesi. Eğer piyona ihtiyacım olursa seni de çağırırım.” demiş. Asocial da “Saol be! Bari fil olsaydım. Uygunum da yani.” diye cevap vermiş. Hikayenin bilge kişisi konumundaki yako, olaya noktayı koymuş: “Bir fil asla vezir olamaz ama bir piyon olabilir.” Yaaaaa!..
  • Sizin Alpler'de gezen şirin Heidi’niz büyüdü de ne haltlar karıştırıyo bi bilseniz!.. (Ben bunu öylesine yazdım. Yazdıktan belki 2 hafta sonra aşağıdaki videoya denk geldim. Tamamen bağımsızlar birbirilerinden. Yorum sizin…)


  • Size hiç herhangi bir yerde yürürken, tam yolun diğer tarafına geçeceğiniz sırada karşıdan gelen kızı/erkeği görüp, kesişmek için yumuşak bir hareketle mevcut yolunuza döndüğünüz oldu mu? Bana hiç olmadı...
  • Otobüste yanımda oturan abiye: “Abi bitirdiysen çevireyim sayfayı. Daha Yiğit’le Ersin var…”
  • Ankara gri, İzmir sarı, İstanbul ise mavi ve yeşilin belirli oranlarda karışımı. Kazdağları da yeşilden bok rengine geçirilmeye çalışılıyor…
  • Başka köşe yazılarını okurken, tam benim kaleme alacağım tarzda bir konu bulup, konuyu da güzelce işlemiş bir yazar çıktığında gıcık oluyorum, ifrit oluyorum! (İfrit ne ola ki?) Niye benim aklıma gelmedi diye yakasına yapışıyorum kendi benliğimin… (TDK’ya baktım. İfrit olmak: çok öfkelenmek, çok kızmak. Yaaa!..)
  • Yaa bak! Okudunuz da fena mı oldu? İleride ben meşhur olunca “Biz onu daha meşhur olmadan okuyoduk akıllım!” diye hava yapcanız cümle aleme…
  • Daha çok şey var akla düşen ama bu haftalık bu kadar. Sonra “uzun oluyo, okuyamıyoz, bik bik bik…” yapıyonuz. Ama tadı damağınızda kaldı di miiii? =D

15.12.2007 / Cumartesi / 22:30 / ev / bilgisayar
/ oasis – lyla

resim: fab

Tuesday 11 December 2007

Göt Göte İki Adam


Dip dibe ne farklı hayatlar yaşanıyor farkında mısınız?

5 gün içerisinde hava alanında aynı kapıdan çıkan Orta Asyalı doktorlar, İskandinav dilberler, uzak doğulu turistler, Türk aktör ve aktrisler, askerden gelen oğlunu hasretle sarılarak karşılayan Elazığ’lı aileler, tekerlekli sandalye, oksijen tüpü ve sağlık görevlisi eşliğinde uçaktan inen yaşlı insanlar, karısını, çocuğunu, sevgilisini, annesini, halasını, amcasını, metresini, yasak aşkını ya da sadece annesini, babasını bekleyen binlerce farklı insan gördüm. Binlerce farklı insanın, kendine ait binlerce farklı hikayesi, o binlerce farklı hikayenin içinde binlerce farklı insan daha vardı. Varyasyonların sınırı, ucu, sonu yoktu…

Ardından Swiss Otel’e geldim ve daha başka bir dünya ile karşılaştım. Her türlü farklı iş için, farklı farklı cafcaflı kıyafetler giymiş çalışanlar ve onların hizmet ettikleri belli ki varlıklı insanlar ve hepsinden bağımsız ve alakasız ben, bir aradayız…

Tam “dünya gerçekten küçük ve oldukça sıkışık bir gezegen” diyecekken, dün akşam “Norveç”teki maçlarını izlediğim “Türk” Milli Futbol Takımı otele giriş yaptı. Fatih Terim, Oğuz Çetin, Metin Tekin, Haluk Ulusoy, Volkan, Rüştü, Gökdeniz… Ya Dünya gerçekten küçük ya da daha fazla üremeyelim diye şimdiden öyle bir imaj yaratıyor gözümüzde ve bunu daha çok insan fark edebilsin diye de beni kullanıyor…

Hepsi birbirinden farklı milyarlarca insan, yüzlerce millet, binlerce farklı tabaka ve sosyal statüden birey, “koskoca” dünyada “dip dibe” yaşıyoruz. Birbirimizin çok ayrık ve farklı dünyalardan olduğu yanılsamasına düşmüş, hepimizin bir bütünün parçası olduğumuzu göremiyoruz. Belki de sırf bu yüzden terörle uğraşıyor, silahlar üretiyor, satıyor, satın alıyor, savaşlar veriyoruz. Gerçeği görmemizi engelleyen, gözlerimizin önündeki perdeler: Farklı bakış açıları…

Kalabalığın içinde sırt sırta gelmiş iki adam. Biri kuzeye, biri güneye bakıyor diye birbirilerini farklı sanıyorlar. Halbuki götleri birbirine değiyor…

Ve ben tüm bunları kafamda toparlamaya çalışırken, hiç tercihim olmadığı halde takım elbiseyle Swiss Otel’in lobisinde oturmuş son transferimi bekliyorum ve sol kulağımdaki tek tarafı kopmuş mp3 oynatıcımın kulaklığında çalan Starsailor’dan Poor Misguided Fool’un rock ezgileriyle ritm tutarken, sağ kulağımı geniş lobinin diğer ucundaki kızıl saçlı hatunun çaldığı piyanonun tiz sesi dolduruyor.

Ve “Suriyeli” doktor Hossein Mustafa, “Türk” olan benimle “İngilizce” konuşuyor…

18.11.2007 / 19:16 / pazar / swiss otel bosphorus / lobi / defter
/ starsailor - poor misguided fool

resim: fab

Wednesday 5 December 2007

Karanlık Bir Rüya

07.11.2007. Geç saatte girdiğim uykudan 11:00 gibi uyandım. Gördüğüm rüyanın etkisi hala üzerimdeydi. Rüyamda şeytan çıkarıyordum çünkü…

Öyle havalanan yataklar, geriye dönen kafalar yoktu. Bir çeşit basit toplulukta yaşıyorum. Genç, akıllı, eğitimli insanlar var ama şehirde değiliz. Küçük kulübelerden oluşan köy gibi bir yerdeyiz. Geçici bir şey olmadığını hissediyorum. Orada yaşıyoruz.

Kenarından tüller sarkan, cibinlik gibi bir kale var. Kızlı erkekli oraya şut çekerek oynanan garip bir oyun oynuyoruz. Duvardan seken topa sıradaki vuruyor. Bana garip geliyor ama sanki orada yıllardır oynanıyor. Sanki çok uzun zamandır oradayız.

O basit döşenmiş evlerden birinin içindeyim. Yanımda biri var. Baran olmaya çok yakın. Bilirsiniz rüyada karakterler birbirine girer. Bende asla tam bir kişi olmazlar.

Birisi var. İçine kötü bir ruh girmiş. Benden daha ufak tefek olmalı çünkü ayaklarından kaldırıp baş aşağı sallıyorum onu. Neden bana verilmiş bu görev bilmiyorum ama yaptığım işi biliyorum. Devam edersem, çıkaracağım şeytanı!

Derisi simsiyah olmuş içindeki şey yüzünden. Hem kötücül bir siyah, hem de dayak yemiş, morarmış gibi yer yer. Ben onu baş aşağı sallayıp omuzlarını yere vurdukça siyahlık aşağılara, baş aşağı durduğu için omuzlarına doğru iniyor. Daha hızlı vuruyorum. “Çık artık çık!” diye bağırıyorum hırsla. Hareketlerim daha sert ama sanki hareketlerimden çok irademle savaş veriyorum.

Yavaş yavaş yerde siyah noktalar beliriyor. Simsiyah, zift gibi koyu bir sıvı çıkıyor bedenden. Kurtarmaya çalıştığım kişinin rengi normale dönüyor. Teşekkür ettiğini bile hatırlamıyorum. Sadece oradan sonrasında yok rüyanın. Belli ki rüyanın asıl merkezi şeytansı şey…

O garip oyunu oynayan diğerlerinin yanına gidiyorum. Bir kadın var. Aslında tanımıyorum ama orada tanıyorum. Belki de aynı evde yaşıyoruz. Zaten kalabalık yaşanıyor bu evlerde. Yani öyle hissediyorum. Sanki bir şey tüm şehirleri yok etmiş de biz burada baştan başlıyormuşuz gibi buranın bana verdiği his.

Kadına “Çıkardık onu.” diyorum. “Temizlediniz mi peki?” diyor. Birden bir acemilik hissediyorum. “Neyi?” diyorum. Çıkardıktan sonra onu yok etmemiz gerektiğini söylüyor. Eve geri dönüyorum. Sanırım gene Baran’la.

Çok geç kalmamışız. Başka bir bedene girmemiş. Ancak yere tamamen bulaşmış. Elimizde fırçalarla söküp, suyla gidermeye çalışıyoruz bu yapışkan şeyi. Arada bir şekil aldığını görüyorum. Siyah bir kaplan gibi bir şekil oluşuyor yüzeyde. Korkmam gerekenden çok daha az korkuyorum. Devam ediyorum işe. O kadın geliyor bir süre sonra. Oralarda ayaklanıyor siyah, yapışkan varlık. Şekil alıyor. Beni, bizi etkilemeye çalışıyor. Ellerimi tutuyor, öpmeye çalışıyor. Evet! O bir kadın şimdi. Kendimi ondan çekmeye çalışıyorum ama çok çekici. Karşı koymak çok zor. Bir parazit gibi bedenime girmek istiyor.

Savaşıyorum. Beni öpmeye çalışıyor, kafamı çeviriyorum. Bazen bir dudağımı yakalıyor, ısırıyorum. Bütün gücümle ısırıyorum ama asla kopmayan bir kauçuğu ısırmak gibi. Bir türlü kurtulamıyorum. Eğer kendimi bırakırsam, beni ele geçirecek, biliyorum ama gene de ondan kurtulamıyorum.

Sonra farkına varıyorum. Ben izin vermedikçe sadece taciz ediyor. “Bu iradeyle ilgili.” diyorum kendimden emin. “Bana sahip olamazsın!”

Bana gerçekten sahip olamayacağını anlayınca sinirleniyor. Şekil değiştiriyor. Az önce güzel bir kadınken, şimdi kafamı bir kerede ezebilecek büyüklükte ellere sahip iriyarı, simsiyah bir adam oluveriyor. Boğazımı tamamen kaplayan simsiyah elleriyle tutup havaya kaldırıyor beni ama daha fazlasını yapamıyor. Beni yenemez!

Belli ki bizden daha bilgili diğer kadın kendinden çok emin olaya el koyuyor. “Bununla bir şeyler yapacak mısınız?” diye soruyor Baran’a ve bana. Cinsel içerikli bir soru bu. Tekrar baktığımda yaratığın yeniden bembeyaz tenli bir kadın olduğunu görüyorum. “Tekila shot? Uyuşturucu?” Belli ki onu yok etmeden önce onunla eğlenebileceğimizi söylüyor. İradenize sahip olduğunuz sürece zararsız demek istiyor.

Neden soruyor bunları anlamıyorum. “Hayır.” diyorum. İstemiyorum.

Sonrası bulanık. Rüya sona eriyor. Uyanıyorum. Büyük bir yorgunluk var gibi üzerimde. Birileriyle boğuşmuş gibiyim. İradenizi zorlamak, vücudunuzu zorlamaktan çok daha yorucu çoğu zaman.

Bedenleri ele geçiren, melek kadar güzel görünebilen şeytanlarla savaştım bu gece. Belki cinsiyeti yoktu ama kadındı basbayağı. Acaba tüm bunlar hayal ürünü müydü? Yoksa gerçeğin, bilinçaltımdan yansıyan abzürt bir görüntüsü mü?..

Ama artık biliyorum. Ele geçiremezsin beni! Ben istemediğim sürece…

07.11.2007 / çarşamba / 14:00 / ev / bilgisayar
/ Erykah Badu – Bag Lady

resim: fab

Friday 30 November 2007

Akla Düşen Düşünceler No: 20071130 (Transfer)


  • Transfer, genellikle şirketlerin düzenlediği toplantı ve konferanslar için, özellikle yurtdışından gelen misafirleri hava alanında karşılayıp, otellerine ulaştırma işidir…
  • Geçen gün bi transfer işi için hava alanına gittim. 6 tane doktor bekliyorum. Alıp otellerine götüreceğim. Uçak gecikti. Bekle bekle gelen yok. Gelecek doktorlar da Fas’lı. İsimler Arapça falan gibi. Bi an dedim ki, Dr. Mohinder Suresh gelse, “Sende çok acayip yetenek var, ta Nivyork’tan hissettik!” dese. “Dünyanın kaderi senin elinde, ‘seyf dı çiirlidır, seyf dı vörld’” dese. Ben de “O geçen sezon diil miydi abi?” desem. G.t olsa herif orda. Ağlayarak uzaklaşsa… (Bi bok annamadınız di mi? Anlamazsınız tabi! Canavar gibi dizi yapmış adamlar. Oturun izleyin! Bkz. Heroes.)
  • Bu havaalanlarına girerken kemer çıkarma olayı da çok acayip. İksreye yaklaşırken özellikle erkekler hep birlikte kemerlere sarılıyo paldır küldür. Sanki güvenliğin ırzına geçeceğiz! Çok tiksinç! (Tiksinç diye bi kelime var mı ya?) Ayrıca içeri girince sıradaki diğer erkeklerle birlikte kemerleri bağlamak hepsinden beter. Tuvalet önünde kız arkadaşı beklemek gibi bişi bu. Herkes yapıyo ama yapmıyomuş gibi davranıyo…
  • Sonra Dr. Suresh geri gelse. Ağlamaktan kıpkırmızı olmuş gözleriyle “Olum bak Vallahi yalanım yok. Hadi Pitır falan herkes seni bekliyo. Rezil etme beni. Zaten başıma ne geldiyse şu babam yüzünden geldi .mına koyim!” dese. Kıramasam ben de, atlasak uçağa, hayatım bi gecede değişse… (Bkz. Heroes. Hala bakmadınız mı? E hadi!)
  • Geçen yine transferden dönüyorum. Araç sahilden gidiyordu. İndim Samatya’da, yüriyim dedim. Saat daha 09:00 zaten. Sabah’ın 06:35’inde 2 tane transfer yapmışım, akşama kadar işim kalmamış. Hem biraz deniz havası alırım Samatya’dan (Özom’la foto çektiydik burada da…), hem de yürüyüş iyi gelir dedim. Transferden geldiğim için de üstümde siyah takım, beyaz gömlek, mor ince kravatım, ayakta kunduralar, elde transfer dosyam ve tabelam, sırtımda da jansıport tipi siyah çanta… Bildiğin liseli işte! =D Elde dosya falan yürüyorum böyle. Ortalık yeni hareketleniyo, dükkanlar açılıyo falan. Sanki okula gitmişim de ilk dersten sonra “Hoca yok.” diip eve göndermişler bizi. Dünyanın en güzel şeylerindendir zaten o. Sıkıcı bi okul gününe kendini hazırlamışken birden serbest kalıvermek. (Allah sevdiği kuluna önce eşeğini kaybettirir, sonra buldururmuş.) Güne de erken başlamışsın. Saat daha 09:00! Tatil olsa ayı gibi uyursun öğlene kadar. Şimdi koca bi gün var önünde! Eve geliceksin erkenden, ev senin. Açarsın tiviyi, kompüteri, oohhh! (Ben lisedeyken kompüterim falan yoktu tabi…) Aynen bu hisler içerisinde yürüyorum işte yolda, liseli gibi. (liselim=)) Ama daha geniş omuzlu, daha yakışıklı, daha havalı, sivilcesiz, top sakallı: Süper liseli yani! =D Böyle birden hava da açtı, Güneş parlıyo falan. Dedim ki “Vay bee! Hayat güzel bişi lan!..”
  • Peki ya benim, hava alanındaki bir transferci çocuğun tuttuğu “Turkish Chess Federation” tabelasına “Peynirin de federasyonu mu olurmuş olum?” diye yorum yapmam ve hemen sonra üstüme kocaman bi örs düşmesi?..
  • Uzun süre boyunca hiç bişi yapmaksızın ayakta beklemek, kesinlikle insan iradesini en çok zorlayan şeylerden biri. Tam bir irade savaşı! İçinizde “YETEEER!” diye çınlayan ayaklarınızın feryadı, küçücük dilenci çocuklardan daha çok parçalar içinizi. 2 ayaklıya evrimleşen tek tür homo erectus’un torunları olabiliriz ama buna hazır değiliz. İnsanlık ayakta dikilmeye hazır değil!.. (2,5 saat hava alanında ayakta bekledikten sonra akla düşen bi düşünce işte...)

  • Hava alanında (otobüs garında da olur ama hava alanında herkesin tek bir kapıdan çıkıyor olması, durumu daha heyecanlı yapıyor), askerden dönen oğlunu karşılayan aile ve ailesine kavuşan çocuk tablosu, en hüzünlü şeyler arasında hiç zorlanmadan zirveye oynar.
  • Yanımdaki teyzenin, dış hatlar çıkış kapısına “dünyaya açılan kapı” demesi…
  • 3 günlük hava alanı macerasının 2 gününde İbrahim Kutluay, Erkan Can, Nejat İşler, Tuba Büyüküstün, Cem Yılmaz, Rıza Sönmez gördüm.
  • Küçük çocuk, iç hatlar çıkış kapısındaki babasına doğru koşmaya başlar. Halen kapının içerisinde olan baba kollarını açmış çocuğunu beklerken bir anda otomatik kapı kapanır ve çocuk cama yapışır, oturur kıçının üstüne! Yaaa! Hemen mutlu sonla bitcek, “ayyy ne duygusaaal!” falan dicem sandınız di mi? Yok öyle! Öğrensin çocuk şimdiden. Hayat toz pembe diil! İnsan öyle her istediğine ulaşamıyor şu kahpe hayatta…
  • İşte beklemek, ayakta beklemek insanı böyle düşüncelere gark ediyor. Saygılarımla...
02.12.2007 / 00:01 / pazar / ev / bilgisayar
/ the clash – charlie don’t surf

resim 1: fab
resim 2: fab

Wednesday 28 November 2007

Bir Transfer Hikayesi

Aşağıda geçen hikaye, benim hava alanındaki bir transfer günümden esinlenilmiştir. Yazılarımın uzunluğundan şikayetçi şu koca güruha bir hediyedir.

İlkokuldaki gibi resimlidir, az yazılıdır. Vatana millete hayırlı uğurlu olsundur.

İyi eğlenceler efendim...


NOT1: Resimlerin büyük hallerini görmek için üstlerine tıklayınız.
NOT2: Bu 4'e bölünmüş hikayenin yekpare olanı ve 1024x768 boyutlu yazısız masaüstü duvar kağıdı modeli de galerimizde bulunmaktadır. Dileyenlere hediye edilir. Beleştir. =D
NOT3: İlk yorumlardan sonra hikaye aşağıdaki halleriyle değiştirilmiştir. Yazılar biraz daha azaltılmıştır. Böylesi daha güzel olmuştur. Görüldüğü üzere eleştiriye de açığımdır. Buyrun eleştirinizdir... (Esra Benli'ye ayrıca teşekkür.)

Saygı, sevgi, patlıcan;
fab


28.11.2007 / 14:35 / ev / bilgisayar / fotoşop
/ 30 Second to Mars - R-Evolve
/ kupada su, bol bol su...

resim 1: fab
resim 2: fab
resim 3: fab
resim 4: fab =))

Monday 26 November 2007

Beyaz Melek – Önyargı’nın Sırası Değil!..

Ben hayatımda böyle ters köşeye yatmadım. Böyle şaşırmadım.

Mahsun Kırmızıgül. Bildiğimiz Mahsun Kırmızıgül işte. Ama öyle değil. Öyle pek de bildiğiniz gibi değil yani. “Yıkılmadım Ayaktayım!” ya da “Bebeğim Benim!” değil. Bunları bekleyerek gittim Beyaz Melek’e. Ön yargının ne kötü, ne çirkin ama bünyeye ne tatlı bişi olduğunu gördüm.

Kime sorsan “Ön yargı kötü bişidir! Kitabı kabına göre almamak lazımdır! Ön yargı, insanın, kendine yakışmayanı giymemesidir! Bıdı bıdı bıdı!” gibi bir sürü kalıp cümleyle dikilir karşına. Gene de ön yargı tatlı gelir bünyeye. Bilinçaltımızın önüne dizilmiş, dizi dizi filtreler, bizi gerçekleri olduğu gibi görmekten alıkoyar. Kültürel baskılar, tabular, arkadaş çevrenizdeki genel görüşler oluşturur bu filtreleri ve kaynağından olduğu gibi çıkıp gelen veriler bu filtrelerden geçerken başkalaşır. Çoğu zaman da giremez içeri. Bu nedir? Bu, “ön yargı” denen şeyin mekanizmasıdır.

Şöyle ki: Sen rock müzik sevmektesindir. Rock müziğin TV’deki adresi Dream TV’dir. TV’de bir de Kral TV vardır. Kral TV kırodur. (Çoğunlukla da öyledir.) Mahsun Kırmızıgül de türkü söyler. Türkü kültürümüzle alakalı olduğu için benim bünyede aslen sevilir ancak genelde hitap ettiği kitleye bakılaraktan yüz çevrilir. Ehh alınacak, gücenecek bişi yok, varoş kesimle pek uyuşmamaktayızdır. Onlar kendi halinde, biz kendi halinde yaşamaktayızdır. E Mahsun da gider Kral TV’de klip yayınlar. Sonuç nedir? Biz Mahsun’a dönüp bakmayız.

Sonra n’olur? Türkücü kimliği kesin ve kati olduğu halde dinlemediğin adam “Senaryo yazdım, film yönettim, yetmedi başrolünde oynadım!” der. Ehh zaten bende bir üst paragrafta belirttiğim bir sürü filtre var bu adamla ilgili. Geçemez filtrelerden.

Sonra ablamlar bu filme gitmek ister. Beni de çağırır. Ben de beleş sinemayı kaçırmam. Ama öncesinde evde annemle mercimek çorbalarımızı kaşıklarken “Başka film yok muymuş gidecek?” diye söylenmeyi de ihmal etmem. Kalkar yarım saat sonra ki filme de yetişirim Atlas Sineması’nda.

İlk 5 dakikasını kaçırarak yetişiriz filme anneyle. Beyaz perdenin karşısındaki ilk dakikalarda bile surattaki ve bünyedeki “Bakalım n’apmış bu terez?” ön yargısı değişmez.

Ancak sadece birkaç dakika sürer. Film ilerlemeye başladıkça “Ulan? Ulan?! Kaptırıyorum kendimi ulan! Aha gözyaşı bu! Ağlattı ulan herif!” şeklinde değişmeye başlar görüşler. O gözyaşı, gözünün önündeki filtreleri önüne katıp, yanaktan aşağı sürükler. Kurtulduğun ön yargıların hafifliğiyle filme kaptırırsın kendini. 2 saatlik film bittiğinde sen hala izlemek istemektesindir.

Mahsun Kırmızıgül, harika bir konu yakalamış, yetinmemiş bunu senaryolaştırmış, üstüne bunu yönetmiş ve bir de kendine çok uygun bir rol bularak hakkıyla oynamış. Biz anca utancımızla “Helal olsun!” diyebiliyoruz…

Türkiye’deki huzurevlerini, içerideki hüznü, acıyı, yaşlılara yapılan işkenceyi göstermiş. Ardından da doğuda bunun böyle olmadığını, anne babaya saygıyı, sevgiyi göstermiş. Biz kendimizle övünüp duran batılıların ne derece yozlaştığını göstermiş.

Filmin bir yerinde kadın karakterlerden biri “Analar, babalar küçücük evlerine, küçücük yüreklerine, onlarca torun çocuk sığdırırken, evlatlar koca koca apartman dairelerine, villalarının bir köşesine yaşlı ana babalarını sığdıramadılar. İşte bu yüzden var bu huzurevleri.” şeklinde bir açıklamada bulunuyor; doğudan babası için gelmiş ve daha önce hiç huzur evi görmemiş olan şaşkınlık içindeki Reşat’a. (Bunun üstüne bişi denmez…)

Hikayeyi daha fazla anlatmanın alemi yok. Gidin izleyin işte. Ama benim bahsetmem gereken birkaç nokta daha var.

Mahsun belli ki bu işe girişmeden önce çok çalışmış. Boş bir temel üzerine gitmemiş, alt yapıyı sağlamlaştırmış. Sinema dilini anlamış. Kurguda hata yapmamış. Hikayenin gerçekçiliği ve masalsılığı arasında dengeyi çok düzgün kurmuş. Oyuncu seçiminde harikalar yaratmış. (Yıldız Kenter ve Erol Günaydın, Türkiye’nin en melek yüzlü insanlarıdır kanımca. Bir de rahmetli Adile Naşit. Birkaç nadide isim daha geliyor aslında aklıma…) Ve son olarak da harika resimler sığdırmış filmin içine. Tuz Gölü ve Diyarbakır’da cirit oyunları oynanan sahne bunların başında gelir. Mükemmel manzaralar, çok güzel açılar vardı. Mahsun doğunun temsilcisi olarak, elindeki malzemeyi iyi değerlendirmiş.

Ben filmde hata bulamadım. Sinema yorumcusu falan değilim ama izleyicisiyim kardeşim! Önemli olan benim zevkimi tatmin etmek değil mi? Ben filmde hata bulamadım. Bulmak da istemiyorum. Zira çok duygusal, içinizde bir şeyleri harekete geçiren bir film izledim. Ben film arasında annemi öpüp sarılma ihtiyacı hissettim. “Biz sizi asla bırakmayız!” demek istedim. Anlayın işte…

Ben ön yargılı davrandığım için Mahsun Kırmızıgül’den özür dilemek istiyorum. Ne yaparsak yapalım, daha gözümüzün önünde binlerce filtre var. Temizleyip atamayacağız hepsini ama Mahsun kendine ait olanları silip süpürdü bu filmle. Bundan sonra biri gelip bana “Mahsun film çekmiş abi!” dediğinde tek diyebileceğim “Doğrudur abi!” olur. Mahsun Kırmızıgül’ü, Sarp Apak’ı, Yıldız Kenter’i, Erol Günaydın’ı, Nejat Uygur’u, özellikle Arif Erkin'i ve tüm ekibi tebrik ediyorum.

Filmin sonunda Türkiye’de yüzlerce huzurevi olduğu ve bunların %80’inin batıda olduğu; doğudaki huzurevlerinin barındıracak yaşlı insan bulamadıklarından dolayı kapandıkları hakkında bir yazı var. Mahsun Kırmızıgül, gerçekten de huzurevi denen kavramı ilk olarak İstanbul’a geldiğinde öğrenmiş. Burada çok önemli bir nokta var!..

Filmden sonra eve geldik. Açtık televizyonu. Ana?! Ata Demirer’in Hacı Yatmaz programında konuk, Beyaz Melek ekibi! Mahsun’a şöyle bir baktım. Bayağı düzgün, başarılı bir adam. Gözümdeki filtreler sökülüp alınınca nasıl rahatladım, nasıl hafifledim anlatamam.

Size de tavsiyem, gözünüzün önündekine iyi bakmanız. Gördüğünüzü sandığınız her şeyi, tam manasıyla görmüyor olabilirsiniz…

Tüm anne ve babaların ellerinden öpüyorum;
fab

26.11.2007 / 16:32 / ev / bilgisayar
/ paramore – fences
/ tabakta ala turca ofis 3-5 / fincanda çay, süt, bal, tarçın

resim 1: www.beyazmelek.com

resim 2: fab

Wednesday 21 November 2007

İçimdeki Minibüsçü

Minibüs şoföründen kenarı yırtık 5 YTL’yi değiştirmesini rica ettikten hemen sonra, arkadaki belli ki konuşkan teyzeden “Şoför bey, Tüccar Başı’na gelince haberdar eder misiniz lütfen?” diye ince, tiz, rahatsız edici bir ses yükseldi. Kaptan adeta dalaktan, ciğerden kopup gelen bir “Tabii.” yle karşılık verdi. Belli ki sıkıntılıydı…

“Neyin var bugün kaptan? Sıkıntılı görünüyorsun.” diye sordum içimden.

“N’olsun ki daha?” dedi. “Bak. Belli ki bir yere gidiyorsun. Beyaz keten ceketini giymiş, minibüsüme binip istediğin yere gidiyorsun. Ben olmasam başka araca binip gene de gideceksin. Aslında bana bile ihtiyacın yok.

“Üstelik de bunu tek seferde yapıyorsun. Biniyor ve istediğin yere gidiyorsun. Bense her gün tekrar tekrar bu yolu gidip geliyorum ama hiçbir yere varamıyorum. N’olsun ki daha?” diye cevap verdi ‘içimden’.

“Biz de uğraşıyoruz ama bir yere varamıyoruz kaptan.” diye inanmadığım sözler zırvalayacaktım ki, arkadan irrite teyzenin sesi, sessizliği yardı:

“Bizi haberdar edeceksiniz di mi?”

Kaptan cevap verdi: “Tabii…”

Sonra sigarasını yaktı, bitmeyen yola , sonu gelmeyen viteslerden birini daha taktı, devam etti yola.

Ağzımı bile açamadım…

25.10.2007 / Perşembe / 14:45 / minibüs / not defteri
("İçindeki Çocuk" tan 1 saat sonra...)


resim: fab

Saturday 17 November 2007

Erkekler...

Şıp şık giyiniyorsunuz. Hani böyle şık ama aynı zamanda da salaş. Kotun üstüne beyaz keten ceket falan. ‘Ceketi de giyerim ama alternatif ruhum her daim bakidir.’ hesabı. Beğenirsiniz kendinizi aynada. Zaten son 15 dakikadır aynada kendinize bakmaktasınızdır.

Çıkarsınız kapıdan tüm görkeminizle. Atlarsınız otobüse, tramvaya. Sorsalar, “Halkın içine karışmayı seviyorum.” diye gelir cevap. Tramvayın camından yansıyan görüntüye bakılır hayran hayran. “Ulan bugün yakışıklı oldum be!”

2-3 durak sonra senin yaşlarında bir genç biner, gelir oturur yanına. Kaykılır iyice koltukta, dizleri karşıya dayar, kafayı yaslar geriye, uyur. Camdan yansımasını görürsün. İçine bir kurt düşer. Tişört, fermuarlı, kapüşonlu üst, sakallı bir yüz. Bildiğin tarz işte çocuk!

Yıkılır imparatorluğun. Bende mi tişört giyseydim diye düşünmeye başlarsın. “Ben dünyanın dibine vurmuşum. Giyim kuşam bağlamaz beni. Çoktan aştım ben bunları…” havasına mı girseydim acaba ben de dersin…

Bitmez bu hikaye...

Ertesi gün en rocker tişörtünü giyer, gecelere akarsın. Mekanlar, barlar senindir. Ta ki süper baskılı bir gömlek ya da armalı bir ceket giyen birileri gözüne ilişene kadar. Gıcık olursun. Bünye üstünde ne yoksa onu ister inatla!

Nedir ulan bizim bu çektiğimiz?!

NOT: Fena yakışıklıyım ama bugün! =)

25.10.2007 / Perşembe / 14:05 / vapur / not defteri
/ simit / ayran
(“İçindeki Çocuk” tan 20 dk. Sonra…)

resim: fab

Tuesday 13 November 2007

Türkiye İş Bankası 10 Kasım Özel Reklamı

İş Bankası, 10 Kasım için güzel bir reklam hazırlamış. Ellerine sağlık. İzlemeyen varsa buyursun izlesin.



Herkes çok beğendiğini söylüyor etrafımda. Bir sürü kişi televizyona çıktığı gün bana (ve muhtemelen etraflarındaki diğer kişilere) linki göndererek izlememi istedi. Muhtemelen ben birazdan beğenmediğimi söylediğimde siz de onlar gibi tepki vereceksiniz. Olabilir…

Elbette düşünce güzel. Takdir etmiyor değilim. Ancak bana kalırsa yeterince ince düşünülmemiş.

Haluk Bilginer çok başarılı bir oyuncu. Belki de en beğendiğim Türk aktör. Başarısını da reklamda göstermiş zaten. Görüntü aynen Mustafa Kemal Atatürk.

Gel gör ki ses değil. Hani derler ya görüntü var, ses yok. Bence bu reklam öyle olmuş. Hal ve tavırlarının ağırlığı, yüzü, giyinişi aynen Atatürk’ü yansıtsa da o ses Atatürk’ü yansıtmıyor. Evet bu bir reklam, bir sinema filmi değil ama 10 Kasım’da çıkarılarak İş Bankası’nın Atatürk’e olan şükranları bildiriliyorsa, ben bir Atatürkçü olarak daha güzel bir iş beklerim.

Haluk Bilginer seslendirme konusunda da aktörlüğü kadar başarılı ve zaten bir süredir de İş Bankası’nın reklamlardaki sesi. Bunun yanında da sadece sesiyle yaptığı bir sürü iş var. Yani o sesi o kadar çok duyuyorum ve o sese o kadar aşinayım ki, doğal olarak o konuşanın Atatürk olduğuna kendimi inandıramıyorum. Bu güzel düşünülmüş reklama kendimi kaptıramıyorum. Bu çok büyük bir hata. Gözünüzü kapatıp dinleyin bakalım reklamı. Gözünüzün önüne Atatürk mü geliyor, Haluk Bilginer mi?

Haluk Bilginer ne yaparsa yapsın Atatürk’ün konuştuğu gibi konuşamaz çünkü ses renkleri birbirinden çok farklı. Haluk Bilginer’in çok doygun, tok ve kalın bir sesi var. Atatürk ise hitabeti bu kadar güçlü bir lidere göre çok ince bir sese sahipti. Ancak hitap ederken ki coşkusu ve gücü sesinin inceliğini gölgede bırakarak, bunu ona özgü bir diğer özellik haline getiriyordu. Bence Atatürk’ün sesi, duyduğum en güçlü ve en güzel seslerden biridir.

Bu nedenledir ki ben bu ses konusuna bu kadar takılmaktayım. O noktada Atatürk’e özgü bir şey var. O, Atatürk’ün sesi! Küçüklüğümden beri duyduğum, ince, tiz, kulaklara, yüreklere işleyen bir ses! Doğal olarak O'nun bu kadar başarılı bir görüntüsünün yanında O’nun sesinden bu kadar uzak bir ses duymak, benim için bu reklamı başarısız yapıyor.

İş Bankası’nın Atatürk severlere bu güzel jesti yapması ne kadar hoş olsa da, daha ince düşünülebilmesini dilerdim.

Bence reklamda, buna nazaran daha küçük ama gene de söylemeden geçemeyeceğim bir eksik daha var, o da hikaye. Çok basitçe “Gülü seven, dikenine katlanır.” sözünün üzerine gidilmiş. Gül bahçesi ve Türkiye benzetmesi yapılmış. İyi, güzel, hoş ama biraz da boş geldi bana. Çok daha derin bir şeyler olabilirdi.

“Bu kadar ukalalık yaptın, onu da sen söyle o zaman!” diyenler var sanırım aranızda. =)

Benim ilk aklıma gelen, Atatürk’ün başından geçtiği rivayet edilen bir hikaye. Eminim araştırırsam yüzlerce Atatürk’e dair hikaye ve onun söylediği tarihi sözlerden bulabiliriz. Şimdi birkaç tanesine baktım bile. Ama bakmadan önce aklımda bir tanesi vardı, gene de onu yazacağım. Madem ki mevcut reklam “bir ülke kurmak istiyorsan, her şeyi göze alacaksın.” fikrini savunuyor, ben de onun üzerine gideyim. Buyurun hikayeye…

İzmir kurtulmuş. Tatlı bir yorgunluk. Atatürk ve maiyeti trenle Ankara’ya hareket eder. Ertesi sabah yaveri, Paşa’nın kapısını çalar. İçeri girdiğinde Paşa, yorgun, bitkin, kravatını yıkamaktadır.

Yaver “Paşam bu ne hal? Hiç uyumadınız mı? Neden kravatınızı kendiniz yıkıyorsunuz?” diye sorar.

Atatürk “Ya çocuk. Kompartımanıma yastıkla battaniye koymayı unutmuşsunuz. Kolumu yastık yaptım, ağrıdı. Setremi yastık yaptım, üşüdüm. Ben de uyuyamadım kalktım.” der.

Yaver “Aman Paşam! Birimize haber verseydiniz hemen size bir yastıkla battaniye getirirdik.” der Paşa’nın elinden kravatını alarak.

Ve bir ülke kurtarmaktan dönen komutan, tarihi bir cevap verir: “Geç fark ettim. Hepiniz en az benim kadar yorgundunuz. Hiçbirinize kıyamadım. Önemli olan benim uyumam değil, milletimin rahat uyuması.”

Çok var böyle hikaye. Gerçektir, değildir bilmiyorum, bilemeyiz. Ama benim öğrendiğim, düşüncelerine inandığım adamın bu cevabı verebileceğine inanmak benim için çok zor değil. Ve onunla ilgili bir şeyler çekiliyorsa, bunun gibi O’nu daha çok yansıtacak bir şeyler olmasını tercih ederdim.

Son olarak da benim kendisini her düşündüğümde kulaklarımda çınlayan, “Beğenmedim işte!” diye sayfalarca yazı yazmama sebep olan, bu adamın destansı sesini yeniden duymak isteyen varsa, buyurun o da aşağıda…


Tüm şikayetlerime rağmen bu güzel çalışma için Türkiye İş Bankası’nı ve prodüksiyona emek veren herkesi tebrik ediyorum.

Atamıza En İçten Saygılarımla;
Fatih MISTAÇOĞLU

Saturday 10 November 2007

Hey Sen! Bana İçindeki Çocuktan Bahset!


Siz bakmayın benim öyle caka sata sata yürüdüğüme, ukala ukala gülümsememe, dimdik duruşuma. Bir de benim içimdeki ezik, büzük, mahzun, sevgiye muhtaç ama bir o kadar da sevilesi çocuğu görseniz…

Zaten olay içindeki o ezik karakterin elinden tutup, onunla birlikte dimdik yürüyebilmekte!

Kimin içinde yok ki ezik, zarar görmüş parçalar?

"Benim hiçbir ezikliğim yok!" diyen adamın alnını karışlarım!

Yemeyin bizi…

25.10.2007 / Perşembe / 13:46 / tramvay / not defteri

resim 1: fab

resim 2: fab

Wednesday 7 November 2007

Batıya Açılan Kapı


(TOK TOK TOKK!)

r: Açın lan kapıyı!

….......

r: ?!!! Açsanıza ulan!

….......

a: Abi gene aynı şeyi yapıyolar.

r: Farkındayım!

(ÇAAT!)

a: Abi niye vuruyosun ama, ben mi yaptım sanki mna koyim, ben dedim sanki açmayın kapıyı diye! Bu kadar kişinin önünde ayıp olmuyo mu ama? Napiim yani? Ben de sana mı vura…

(ÇAAT!)

a: Tamam sustum abi…

r: Kime vurayım lan? Kime vurayım?! Kapıyı açınca onlara mı vurayım?! Bi daa hiç almasınlar içeri! Zaten eşikten bi geçebilsek…

yazar: Geçicen de n’olcak?

r: O ne be?! Kim konuştu?

a: Abi?

y: Benim, ben. Bu “masal” ın sahibi. İstesem içeri sokarım sizi ama ne bekliyorsun çok merak ettim.

r: Ne demek “istesem içeri sokarım” ? Kimsin lan sen? Ben giremiyorum, sen nası sokcan? Göstersene lan kendini! Ses var, görüntü yok!

y: Ben de sizi göremiyorum. Eşitiz yani. Masal bu, resimli çocuk kitabı değil. Ama ben sizin birinizi fırça bıyıklı ve hafif dökük, kumral saçlı; diğerinizi eblek suratlı, çukur çeneli, bıyıklı ve kır saçlı olarak hayal ediyorum.

r: Ben de seni… Ben de seni şöyle… Ben niye hayal edemiyorum lan?!

y: Çünkü benim tipimin bu masalla alakası yok. Ben istemezsem sen hayal edemezsin. Beğenmiyorsan “ananı da al git!”

r: Ananı!..

a: Abi ayıp oluyo ama!

y: Konumuza dönelim. Gireceksin de ne olacak o kapıdan? Ne bekliyorsun?

r: Ne bileyim? Tam bilmiyorum aslında. Epeydir buraya girmeye kasıyorum. Neden istediğimi bile bilmiyorum hatırlamıyorum artık.

y: Ben sana söyleyeyim. İçeride bi bok yok! “Ortak Pazar” vaatleri var ama işin aslı onlar “ortak”, siz “pazar” olacaksınız. Ortak para birimi olacak ama kültürümüzden bir parça daha kaybolacak. Sakatatımıza, kokorecimize, işkembemize bile karışmak istiyorlar. Sizce neden? Bunlar kültürümüzün parçaları. Bizi var eden kavramlar. Kendi başına yeterince güçlü değilken büyük bir topluluğun parçası olmak neyle sonuçlanır? Onlar kendileri için bir şey planladıklarında sizin kendi kaderinizi belirleyememenizle! Yediğin kokorece karışan adamlar, kendi başına ekonomik atılımlar yapmana izin verecek mi sanıyorsun? Üstelik de bu adamlar, yıllar yılı senin atalarının altında ezilmiş, topraklarında gözü olduğunu açık açık söylemekten çekinmeyen adamlar. Onların evinin inşa edildiği topraklar 200 yıl önce sizindi. Onlar kim ki sana şunu yap, bunu yap diyor? Nasıl oluyor da kriterleri onlar belirliyor? Sahip olduklarını söyledikleri kültür ve medeniyet zaten orada mıydı yoksa doğudan mı geldi uzun zaman önce? Yoksa sömürgeleştirdikleri doğu ülkelerinden mi aldılar medeniyeti?.. (Çok mu açık ettik acaba konuyu? E simgesel anlatım da bi yere kadar!..)

r: Sen nereden biliyorsun?

y: Sence?

r: Yazar sensin…

a: Abi kimle konuşuyosun? Abi beni korkutuyosun!

r: Dur be yavrum! (Yazara) O neden duymuyor seni?

y: O’nun beni duymasına gerek yok. Nasıl olsa düşündükleri, senin ona ne düşünmesini söylediğinle sınırlı. İleride de “küçük” bi iş verirsin hükümette; hepsi bu. Sen önemlisin burada ve senin yapmaya çalıştıkların.

a: Abi açmıycaklar galiba kapıyı? Gitsek mi? Kızılkayalar’dan ıslak hamburger ısmarlarım sana. Ya da Şampiyon’dan kokoreç? Ne dersin?

r: Ne bok yemeye çağırıp çağırıp açmıyolar ulan bu kapıyı? Mına koduklarım yaa!

a: Bilmiyorum abi. Daşşak geçiyo bizimle bezemenkler!

r: Höyyttt!

a: Pardon abi…

y: Niye illa bu ev? Koskoca bi mahalle var arkada. Tamam, doğu yakasındakilerin hiçbiri bu evin sahipleri kadar zengin değil ama bu mu derdiniz? Nedir bu batıdaki eve girme çabası? Ön kapınız onların eve bakıyor diye mi? Koskocaman bir arka bahçeniz var. Niye orada biraz daha fazla vakit geçirmiyorsunuz? Batı yakasındaki evin, havuz başındaki bikinili kızlı partileri mi çekiyo sizi bu kadar? Barbekü partilerini, piknikte mangal yapmaya tercih mi ediyorsunuz? Siz de kendi partinizi verin. Belli ki o evdekiler sizi partilerinde istemiyorlar. Toplayın doğu yakasını, kocaman bi parti verin. Belki parti o kadar güzel olur ki, gelip onlar sizin kapınızı çalar bu sefer? O zaman da siz delikten bakıp gülersiniz. Ne dersin?

r: Olur mu canım hiç öyle şey?

y: O girmeye çalıştığın ev oraya dikilmeden yüzyıllar önce vardı sizin evleriniz diyorum. Şimdi adam oldu ibneler! Siz de bunu yiyorsunuz…

r: Evet aslında… Düşününce…

y: Hadi Recep. Eve gidin. Bi düşünün bunları…

r: Düşünmeliyim sanırım. Yürü Abdullah! Gidiyoruz! Abdullah? APOO?!

a: Hah? Yettim hacı!

r: Oğlum ben sana, bana hacı falan demiceksin demedim mi? Zaten millet laf çıkarmaya yer arıyo!

a: Sorry abi. Bi omuz daha atsamıydım kapıya?

r: Yürü dedim apo. Gidip Şampiyon’dan yarım ekmek kokoreç yiyelim. Belki işkembe de içeriz sonra. Belki nerede olduğumuzu hatırlamamıza yardımcı olur…

a: OLLEY! =) Abi kimle konuşuyodun sen?..

08.02.2005 / Salı / 01:32 / ev / defter

düzenleme: 04.11.2007 / Cumatesi / 01:34 / ev / bilgisayar

/ Movie Max / Ölüm Çıkmazı

resim 1: fab

resim 2: fab

Related Posts with Thumbnails