Tuesday 26 December 2006

Ya o büyülü an hiç gelmezse?..

Ya o büyülü an hiç gelmezse?..

Hayatta herşey istediğimiz gibi gitmiyor! (Sürpriiiizz!)

Zaten herşey de dört dörtlük olsun diyen yok ama olmayanlar hep listemizin başındaki şeyler oluyor. Gerçi onları liste başı yapan ne onu düşünmek lazım. Biz tabii! O liste yukardan bize faxlanmıyor. Liste bizim. "Keşke Olsa" listesi! Sürekli gözümüzün önündeki ince-şeffaf bir perde gibi orada. Hayatlarımızı yönlendiriyoruz; nasıl? Listede ne warsa onu yaparak.

Okula gidiyoruz, sınavlara giriyoruz; çünkü listede başarı var!

Tatile gidiyoruz, barlara, sinemaya gidiyoruz, özledik diye taksime gidiyoruz; çünkü listede eğlence de var!

Ailemizi görüyoruz, arkadaşlarımızı görüyoruz; çünkü listede paylaşmak ve ait olunmak da var...

Saçımızı güzel güzel kestiriyoruz, güzel güzel kıyafetler alıp, güzel güzel kokular sıkıyoruz, spor salonlarında kanter içinde mekik çekiyoruz; listede kesinlikle beğenilmek de var!

Sabah kalkınca yatağımızı topluyoruz (ben genelde toplamıyorum), evi topluyoruz, çöpü çıkarıyoruz, elektriği ve suyu ödüyoruz; çünkü listede hayatımızın parçası olan herşey var...

Aşık olmak istiyoruz, aşık olunmak istiyoruz, bunun ikisinin aynı anda olabilmesini çok çok çok istiyoruz; çünkü her nasılsa listenin en tepesinde aşk var!..

"Aşık olmak mı, olunmak mı?" diye bir soru var ya. Eskiden bunun cevabını (mantıksal olarak) "aşık olunmak" şeklinde verirdim. Biri seni severse, sen de onu seversin, olur biter. Ama insanın başına "sen misin bunu diyen?!" şeklinde olaylar gelince gerçeği daha net görüyorsunuz. Biz "aşık olmak" istiyoruz. Hem de çok istiyoruz! Bazen o kadar çok istiyoruz ki bunu bir sürü şeyi gözden kaçırıyoruz. Bizi gerçekten seven insanlara yazık olduğunu, kendimizin ne kadar salak olduğunu düşünüyoruz. "O kız beni gerçekten seviyor ama ben hala sevmeyenin sevmesi için uğraşıyorum! Neden?" dediğiniz olmadı mı hiç? Gerçekten neden? (Bir de bunun değişik versiyonu var: Kızlar neden hep serserilerin peşinden gider?)

Genel olarak içimizdeki mazoşist bir yandan bahsediyor herkes; acı çekmeyi seviyormuşuz. Gerçekten de aşk acı mı verir ki insana? Tamam veriyor ama bizim onu liste başı yapmamızın sebebi acı çekmek istememiz mi?...

Aşık olmanın güzel tarafı şu: Bazen (her nasıl oluyorsa artık) zamanla karşınızdakinin buna değmediğini anlasanız bile körü körüne seviyor ve mutlu da oluyorsunuz. O zaman aşk bir gerçek değil, yanılsamadır. Hatta bittikten sonra 7 ay boyunca "Ama herşey ne kadar da güzeldi!" şeklinde bi ton zırvalar yazıyorsunuz! (tamam o bendim =P) Söz konusu kişinin de yorumu "Ne gerek vardı?" olunca, ışıklar sonsuza kadar kapanıyor. Ama siz ışıklar kapanana kadar hala aşkın pençesindesiniz! Gerçekten seviyoruz sanki acı çekmeyi?.. (Bu yazı bir yere gitmiyor...)

Gerçeklik göreceli bir kavram... Ta ki gerçeği görene kadar!

Aşık olabileceğiniz birini bulduğunuzu düşünüyorsunuz. Hatta bu gerçekten güzel bir ilişki olsun, diğerlerine benzemesin diyorsunuz. Ama biraz bana benziyorsanız hep olmicak kişilere gönül veriyorsunuz. Üstüne ısrarla onu istiyorsunuz. Bu safha, kendinizi kandırmaya başladığınız safhayla aynı! İşaretleri (şu meşhur işaretler) kendinize göre yorumluyorsunuz. Kendinizi, onun da sizinle aynı şeyi istediğine inandırıyorsunuz. Eğer bir de bu kişi arkadaşınızsa... Buyrun eğlenceye!.. Öyle biri düşünün ki, onunla nasıl sevgili olabileceğinizi bile bilmiyorsunuz! Birlikte olsanız çevreniz ölesiye karışacak ve biliyorsun ki bu sizi çok yıpratacak. Ama unutmayın, kendinizi kandırma safhasındasınız. Kendinize şunları fısıldıyorsunuz: Aşk bunların üstesinden gelir! (Hadi lenn!)

Elini tuttuysan n'olmuş? Birlikte uyumaktan ne çıkar? Gerçeği açıklama zamanının gelmediğini düşündüğünden yazdığın garip garip mesajlara daha garip mesajlar gelebilir; ne var bunda? "Açıkla, anlat" demelerini yanlış yorumlamış olamaz mısın yani? Yanlışı tam bu noktalarda yapıyoruz işte.

Bahsettiğim büyülü an bunların hepsinin çözümü olan şey. Bu konuşmalara, mesajlaşmalara, mailleşmelere gerek olmayan, harika bir şey! Öyle bir an ki, herşey çözülüverir kafanızda, sorunlar kalkar ortadan, sadece o ve sen kalırsın; kaygılar, korkular, endişeler olmadan.

Ve ilginçtir ki genelde bu müzik olan ortamlarda daha iyi olur (müziğin büyüsü). Benim kafamdaki şuydu: Güzel bir gece, eğlenen iki insan (biz)... Saat geç, alkol bizi bizden almış biraz ama sadece biraz. =) Öyle bir seviyedeki, aslında sadece kapağımızı biraz kaldırmış, içimizin gözükmesine izin vermiş. Hani o korkularla, endişelerle örülmüş, mantıkla sıvanmış, bizi dış etkilerden koruyan kapağımız var ya? Onun biraz aralanmasına izin vermiş ve içimizdeki gerçekler dökülüverecek neredeyse ortaya. O anda harika, "büyülü" bir parça çalar. (Love Song mesela?) Kadehler önce şerefe kalkar, sora dudaklara gider. Son yudumla biraz daha aralanır o kapak. Normalde kendini çok savunmasız hissetmelisin ama o an sadece özgürsün. Karşındakine güveniyorsun, güvenmek istiyorsun. Çünkü olursa, herşey çok güzel olacak. Ve bu müthiş tarifin son malzemesi: Dans! Dans edersiniz sahnenin ortasında. Işıklar pembe, mor, mavi... Kalabalığın ortasında yalnız başınasınız. Tüm kuvvetlerden daha güçlü bir çekimin etkisine girersiniz gözleriniz kesiştiğinde! Sonunda dudaklarınız sizi dinlemez, istediğini alır...

Sizce de mükemmel olmaz mıydı? Bu büyülü an gerçekleştiği anda konuşmalara, iknalara, yalvarmalara gerek yok artık! Neyi anlatacaksın ki daha? İkiniz de içinizdeki tüm gerçekle oradasınız; kime-neyi anlatıyorsun? Düşününce herşeyin çözümü gibi...

Galiba benim hatam onu beklememek oldu? Kesinlikle beklemeye değerdi...

Ama napabilirim? Bu paranoyak zihinle bu kadar oluyor. Bir süre sonra aklımı kurcalamaya başaldı, düşünmeden edemedim: Ya o büyülü an hiç gelmezse?..

28.06.2006 / Çarşamba / 15:44 - 16:56 / ev

resim1: Ptiteouch@deviantart

resim2: fab

Monday 25 December 2006

Dün fast food yedim!


Dün fast food yedim!

Çünkü dün, “son günümmüş gibi” davranmanin bazen mantikli bir hareket olabileceğine karar verdim!

Çünkü ondan önceki gün hayatı sorgulamak zorunda kaldım ve bu zorunluluğun hiç hoşuma gitmediğini de farkettim. Ne yapıyoruz? Neden yapıyoruz? Nereye-niçin gidiyoruz? Bizi ne-kim bekliyor? Orada ne var? Gitmeli miyiz? Gitmesek n’olur?

Bütün bu sorular uzun bir liste halinde uzarken bazen bazı soruların cevaplanmaması gerektiği, hatta hiç sorulmamaları gerektiğini de gururla farkettim! (Benden başka bunu farketmiş kaç kişi olabilirdi ki?) Biz o soruların orada olduğunu biliyoruz; o sorular zaten bizim için var. Sözsüz-sessiz bir anlaşma bu. Herkes birbirini rahat bırakıyor. İşin içinden çıkamayacağımızı biliyorken sorulmazı sormanın ne manası var? Filozof musun sen? Filozoflar özel insanlar çünkü; hayatlarını bu soruları sormaya adarlar (Gelip size de bunları sordukları için çok can sıkıcılardı heralde. Bu yüzden günümüzde pek azlar...) ve dere tepe dolaşıp cevapları ararlar. Bazılarının da cevaplarını bulurlar belki ama kabul etmedikleri bir nokta (belki de hayatlarını devam ettirmelerini sağlayan) sordukları bazı soruların cevaplarının olmayışıdır ki bu sorular tavuk ve yumurta ilişkisinden çok daha karışıktır. Bu da onlar için iyidir çünkü eğer “kasap”san kesmek için bir şeylere ihtiyacın vardır. Ortada kuzu-koyun yokken kasaba ne hacet? Belki filozoflar da o yüzden yavaş yavaş azaldılar. Çoğunun ömrü yetmedi belki ama bayrağı aldığı büyüğünden yola çıkarak devam edenler soruları cevapladı ve görevleri bittiği için yer yüzünde daha az yer kaplamaya başladılar...

Ben de “belki”lerimle, cevaplanamayacak, soru işaretsiz sorular üretiyorum belki. Belki bu kocaman bi şaka. Belki de hepimiz kuklayız kaderin elinde. Belki de bütün iplerimiz kendi elimizdedir, serbestiz biz bu evrende. Belki de beni korkutan bu başı boş olma ihtimalidir. Belki de değildir...

İki gece önce tartıştık ve tartışma beni gitmek istemediğim bir yere sürükledi. Dünya zaten sorulardan oluşan bir cevap, beni ne diye uğraştırıyorsunuz? Eğer kişi, “Ben x işi yapıyorum!” dan “Ben ne yapıyorum?” a geçerse sorunlar baş gösterir. Türkçe’nin güzelliği, “soru” ve “sorun” kelimelerinin arasında sadece bir “n” harfi fark var, küçücük bir fark, tıpkı gerçekliklerinde olmaları gerektiği gibi...

Anı yaşamak gerektiğine inandım yıllarca, onu savundum... Şimdi daha da önemli olduğuna inanıyorum. “Niye yaşıyoruz?” Sanane?! Önündeki işine bak, uyu, sevgilinle ol, ot iç, ot yetiştir, müzik dinle, müzik yap, yemek ye... Bu soruların kimseye faydası yok. Tek amaçları orada olmaları ve bizi dinç tutmaları. Olmasalardı çok sorumsuz olurduk, herkes bi kulak memesi kıvamında. O da olmazdı ama sorulmalarını da hiç sevmiyorum.

Her zaman anı yaşa, kısa planlar yap, ileriye bak ama görmeye çalışma! Sadece bir şey geleceği zaman hazırlanmana yetecek kadar vaktin olsun. Kısa-başarılı planlar yapmak, uzun planlar yapıp onları sürekli değiştirmek ve ertelemek zorunda kalmakdan daha fazla moral veriyor insana...

O yüzden gittim “fast food” yedim dün! Hatta taksimden dönerken de saat 21’i geçmiş olmasına rağmen kaşarlı et dürüm yedim. Bu kadar kasma yaa, bi rahat bırak, yeşile bırak kendini. Kadir’in de dediği gibi ne o öyle “ivil ivil çalışıyoruz” hepimiz!

Rahat bırakın; gidin bi fast food yiyin, kolesterolünüz artsın, doymuş yağ asitleri gezinsin damarlarınızda, bi süre daha göbekli oluverin. Hayatın peşinde koşma, o senin peşinden gelsin di mi ama? Hayat önde gidiyorsa, zaten sorun başka yerde...

08.04.2005 - 05:36:27 / ReklamGiy Ofis

resim: amacabresilence@deviantart & fab

Saturday 23 December 2006

Beklentisel Hayat

Son zamanlarda düşünüyorum da... Üzerimize en çok stres bindiren olay beklentileri yukarı çekmemiz. Her türlüsünü: Sizin kendinizden beklentileriniz, başkalarının sizden beklentileri, gene sizin hayattan beklentileriniz, sizin çevrenizdekilerden beklentileriniz...

Bu kargaşanın içinde dönenip duruyoruz hepimiz ve birbirimizi kandırmayalım! Hayatımız beklentiler üzerine kurulu: “Beni unuttu mu?” dememiz, onun (artık her kimse) bizi hatırlamasını beklememizden kaynaklanır! İnsanlar da sizin onlardan beklediklerinizi sizden bekler ve bunun iki türü var:

Birincisi ve doğru olanı karşı tarafın size yönelttiği beklentilerinin düzeyini siz belirlersiniz. Siz mahalle takımında futbol oynuyorsanız, kimse siz Real Madrid’den 100.000.000$ alamadiniz diye hayal kırıklığına uğramaz. Ama siz bu beklentileri bazen ister istemez yukarı çekersiniz. Yaptığınız bir iş öncekinden daima daha iyi olmalıdır, hep daha büyük oynamalısınızdır, bununla yetinmemelisinizdir. Bu sizin hatanız olmakla birlikte bu reaksiyonu başlattığınız anda etrafınızdakiler tarafından da körüklenmeye başlar. “Sen yaparsın!”, “Sen aslansın!”, “Abi bu çocuk var ya, hem şunu, hem bunu, hem de bunu aynı anda goturuyo, super bi çocuk!” vs.. Bu sözler etrafınızda dönenmeye başladı mı size de ister istemez bir gaz gelir. Potansiyeliniz dahilinde ilk kısımları da aşarsınız belki rahatça ama durum gittikçe çekilmez bir hal almaya başlar ve bir gün nefes nefese durup ellerinizi dizinize koyarak soluklanırken düşünürsünüz: “Ne zamandır dünyayı ben kurtarıyorum?”

İkincisi ve tasvip edilmemesi gereken türü ise insanların, sizden beklentilerinin düzeyini kendilerinin belirlemeleridir. Bu ilk maddenin ileri aşaması gibi görünüyor ancak giriş olarak farklı. Bu tür etkileşim genelde anne, baba ve yakın akraba, bazen de kız arkadaş, kanka beklentilerinin ürünüdür. Siz doğuştan sanatçı ruhlusunuz belki ama peder bey bunu anlamamakta ısrar eder ve siz ona göre doktor olmalısınızdır. Kız arkadaşınız güzel değildir belki ama yatakta sizi çok memnun ediyordur ve asıl istediğiniz konuşabildiğiniz bir kızdır ve sizin kız arkadaşınız bunların tümüdür ama annenizin “Gelin Adayı” inatla başkasıdır. O’na göre siz ev işlerinden anlayan, usturuplu giyinen (düşük bel pantolonlara bye bye) bir “ev kızı” yla beraber olmalısınızdır. Çünkü ileride ev bark sahibi olunca herşey farklı olurmuş! (Sanki kaptığım gibi nikah masasına götürüyorum kızı!) Kız arkadaşınız ise kendi derdindedir tabi, üniversiteyi yanında okumanızı ister, askere gitmemenizi ister, duyarlı, nazik, geceleri eve kadar bırakan bir erkek olmanızı ister. Kankanız ise doğal olarak O’na her zaman destek olabilmenizi ister, ileride iş kuracaksınızdır, beraber çalışmak ister, atılımlar yapmak ister.

İkinci kısımda olanları genelde uzun süredir yaptığınız için farkında değilsinizdir ve kendi kendinizden beklentileriniz gibi görürsünüz ama kaynaklandıkları noktalar oralar değil. Beklentiler beklentileri doğurur, siz kız arkadaşınız için şehirde kalırsanız bu sefer ibreyi tersine döndürürsünüz: “Madem burada kaldım, buna değsin!” anlayışı baş gösterir ki bu da sizin kız arkadaşınıza yönelteceğiniz yeni beklentiler manasına gelmektedir. Daha iyi bir kız arkadaş olmasını beklersiniz, eskiden gözünüze batmayan küçük hatalar bu noktada gözünüzü çıkarmaya başlar...

Tüm hayatımıza yön veren, yaptıklarımızı ve yapmadıklarımızı ve hatta onları neden yaptığımızı ve yapmadığımızı belirleyen bu beklentisel dünya çok sıkıcı olmaya başladı. Yukarıdaki iki seçenekten ilkini uygulayıp kontrolü ele almadıkça insanların ve sizin sizden beklentileri ve beklentiniz artıyor. Doğru orantılı olarak sinir-stres kat sayınız da katlanıyor, siz gerildikçe etrafınızdakileri geriyorsunuz, hayat şişkin bir balon oluyor patlaması an meselesi olan.

Hedefi yüksek, beklentileri normal düzeyde tutmak gerek. Yoksa ne siz rahatlayabilirsiniz, ne ben! Birbirimizi kandırmayalım...

19.04.2005 - 09:09:12 / ReklamGiy Ofis
resim: LFimM3@deviantart

Thursday 21 December 2006

Sihir Yoktur...


...ve adam etrafındaki kalabalığın şaşkın bakışları arasında etrafa şöyle bir göz gezdirip pantolonundan (evet eskiden sihirbazlık numaraları şapkayla değil, pantolonla yapılırdı) kulaklarından tutarak bir kaplumbağa çıkardı. arkasından bacaklarından tutarak bir yılan ve kanatlarından tutarak bir tavşan çıkardı. yılan tavşanı kaptığı gibi suya daldı ve kaplumbağa da koşarak uzaklaştı. ama adam bunların olacağını bilirmişçesine dudağının kenarındaki bir kıvrımla kendini belli belirsiz gösteren ukala bir sırıtışla topluluğa bakıyordu...

sonra tekrar elini pantolonuna götürdü ve eliyle pantolonunun içini bir süre karıştırdı. topluluktaki erkekler sinirli homurtular çıkarmaya başlamışlardı ki -zira yaptığı hareket erkeklerin, kadınlarının görmemesi gerektiğini düşündüğü bir hale gelmişti- tam o anda şimşekten daha hızlı elini yukarı çekti! adamın sırıtışı yüzünde daha büyük bir hal aldı çünkü herkesin gözleri ne kadar açılabiliyorsa o kadar açıktı o anda! boynuzundan tuttuğu bir ala şahindi bu! ve adam boynuzlu kuşu serbest bıraktı... hayret, uçarak uzaklaşmıştı hayvan?

son numarası için bu topluluk hazırdı artık. elini tekrar pantolonuna soktu. bu sefer yüzü biraz daha ciddiydi ve konsantre olmanın verdiği çizgiler seçilebiliyordu yüzünde... birden gülümsedi ve elini yukarı çekti!

bir taş tablet çıkarmıştı bu sefer, üzerinde bir şeyler karalı.

topluluk iyice şaşırmıştı... belki de kanatlı bir balıktı bu sefer bekledikleri? ama sihirbaz işini iyi biliyordu. herkes tablette ne yazdığını görebilme umuduyla öne eğildi, kafalar uzandı… yavaş bir hareketle çevirdi tableti; kendinden, şaşkın insanlara doğru...

"sihir yoktur" yazıyordu üzerinde krallık dilinde...

insanlar gülmeye hatta bazıları kahkahalar atmaya başladı bunun üzerine. ellerini gözlerinin seviyesinde dışa doğru açık havaya kaldırdı büyücü ve topluluk onu dinlemek için sustu.

önlerden yetenekli gözüken (el mahareti) küçük bir çocuk çağırdı (muhtemelen bir hırsız). ona, çocuk nasıl olduğunu anlayamadan küçücük cebinden çıkardığı 3 tane yumruk büyüklüğünde top uzattı.

"bunları havada çevirebilir misin?" diye sordu.

Çocuk umursamazca omuz silkti ve topları havada çevirmeye başladı.

Topluluk ilgiyle izliyordu olacakları.

Adam gözlerini topluluktan, topları çevirmeye konsantre olmuş çocuğa çevirdi.

"Şimdi bunu tek elinle yap!" dedi adam.

Çocuğun bir an dikkati dağıldıysa da belli etmedi ve tek eliyle yapmaya çalıştı ama beceremedi.

"şimdi" dedi adam. topları aldı ve tek eliyle çevirmeye başladı 3 topu. topluluk ilgiyle izliyordu. "eğer" dedi, "bunu iki elimi de kullanmadan yaparsam... bunun adı sihir olur!"

düşünmelerini istercesine bir sure bekledi. ardından ekledi: "Belki de olmaz?"

"sihir, tek eliyle 3 topu çeviremeyen çocuk için benim bunları tek elimle çevirebilmemdedir. sizin içinse 2 elimi kullanmamamda belki... ama karşımda bunu yapabilen başka bir sihirbaz için... benim yaptığım sihir değildir... çünkü sihir yoktur!..

alkışların arasında topluluk birbirine bakışırken... adam yok oldu!

-son-

21.06.2005 / Salı / 13:30 / Cafe / Fatih MISTAÇOĞLU

resim: Serrifth@deviantart

Related Posts with Thumbnails