Saturday 31 May 2008

Akla Düşen Düşünceler No: 20080531 (Sigara Öldürür)

Geçende aklıma düştü de, suyun mutlaka iyileştirici bir özelligi olmalı!
Biri bayılınca, fenalaşınca hemen "biri su getirsin!" diye bağırır ortama ağırlığını koyan kişi.
Biri çok korkar, hemen "su getirin!".
Moral bozuk diyelim. Gir duşun altına, takıl buruşana kadar. Düşün düşünemediğin yere kadar. (Küresel ısınmaya dikkat!)
Ya da in deniz kenarına, ohh ferahla, genişle. İçine girmesen ya da o senin içine girmese bile etkili mübarek. Belki de vücudumuzdakiyle bağlantı kuruyordur. İşin sırrı budur.
Belki de kadın hamile?! Ama bu sefer sadece su yetmez. "Su kaynatın hemen!" diye bağırır ebe hatun...
Demek ki kaynamış suyun iyileştirici etkisi çok daha büyük. Baksana bütün şişini falan alıp götürdü kadının.....

Bir mekanın lüks olması demek, kocaman, şekilli tabakların ortasına iliştirilmiş ufacık porsiyonlar mı demek?..

Kendi kablosuna takılmayan elektrik süpürgesi istiyorum!

İngilizce zor dil! Bunu şimdi daha iyi anlıyorum çünkü okumayı sökmeye çalışan 6 yaşında bi veletle yaşıyorum. Ve görüyorum ki, İngilizce saçma bi dil. Çocuk takır takır konuşuyor, alfabeyi biliyor ama okuyup yazmaya gelince kasılıyor. Neden? Çocuga "CAT" yaz diyorum (Kedi yani, ket diye okunuyo hani?) Zar zor yazıyor. Oku: "KET". Bir de hecelemesini istiyorum. Bunlarda hecelemek harf harf okumak. Çocugun cevabı doğal olarak "KEE, EEE, TTT". Ama aslında "Sİ, EY, Tİ" demesi lazım. Neden? Çünkü bu harfler alfabede bu sesleri veriyor. E sen "CAT" yazıyorsun, "KET" diye okuyorsun, "Sİ, EY, Tİ" diye heceliyorsun! Senin bi dediğin bi dediğini tutmuyor ki arkadaşım?! Çocuk ne yapsın?!..

Kendi kablosunun üzerinden atlayabilen elektrik süpürgesi istiyorum!..

Bazen kafamdan cümleler kuruyorum ama not almadığım için uçup gidiyorlar. Nasıl olsa o cümleyi ben kurdum, gene kurarım diyorum ama kuramıyorum. Asla kuramıyorsun. Bir kitap dolusu söz değil, basit bir cümle. Ama kendine ait bir enerjisi var. Aynısını yapamıyorsun asla. Arka arkaya eklenen kelimelerden ibaret değil cümleler. Yazının ve dilin anlam kazanmaya başladığı temel parçası. Kelimelerin enerji yüklenmiş hali. Kurma kolu çekilmis bir silah gibi. Görünüşte hareketsiz ama enerjiyle yüklü. Ve ben bu kadar cümle kurup gene de o cümleyi kuramıyorum. Neydi mna koyim yaa?!

Yada vazgeçtim! Kablosuz elektrik süpürgesi istiyorum!..

İstanbul'a gelebilirsem, babanemdem etli ekmek ve su böreği, bizim oradaki çiğ börekçiden çiğ börek, Selma'nın annesinden mantı, halamdan banduma! Hande'den sucuklu yumurta, annemden pirinç pilavı ve kuru fasulyee!! Sonra yaz geldi, ablamdan karışık kızartma, patates, kabak, ne varsa, köfte bi de yanına, üstüne sarımsaklı yoğurt ve domates sos, ohh! Sonra? Pohaça! Allah'ım pohaça ne güzel şeymiş! Yok ki burda ona muadil bişi! Sade pohaça, sokak pohaçası, sıcacık! Oooof offf!..

Ben bunları yazarken yulaf, çerez, kuru üzüm, yaş üzüm, yoğurt ve sütten oluşan bulamaç şeklinde kahvaltımı ediyorum... İroni diye ben buna derim!..

Bu sefer buldum! Ben kirlenmeyen ev istiyorum!

You gave me everything but that was nothing! (Sharon'dan, başkasına...)

MİNİCİK MACERA
Uçurumun kenarında, ayağını bir taşın üstüne dayamış, gözleri ufuk çizgisinde bir nefes aldı sigarasından...
Sigaranın dumanını tuttu içinde biraz da inatla, doktorun söylediklerini düşünürken. Tam sigarasını üflerken gökyüzüne doğru, aklından "hayat benle baş edecek kadar büyük değil..." diye geçiriyordu ki, ayağını dayadığı taş kaydı ve uçurumdan aşağı doğru düştü.
Tam o anda arkasındaki ağacın uçuruma doğru uzanan köklerinden biri imdadına yetişti. Tek eliyle köke tutunmuş, diğer elinde hala sigarası, uçuruma doğru salınırken sırıttı kahraman ukalaca. "Demiştim!" dedi bir kahkaha patlatarak.
O anda ağacın kökü koptu ve dalgaların dövdüğü kayalıklara uzuun uzun düştü. Gene de bırakmamıştı sigarasını elinden ve son düşüncesi de şu oldu bedeni denize karışmadan önce... "Bir nefes daha..."
(Bir arkadaşın babasına ithaf edilmiştir. Sigara hakkaten öldürür!)


Kültürel etkileşim yapacağız ya, geleneksel tatillerden falan bahsediyoruz buradakilerle. Kurban bayramları yok tabi bunların. Anlatıyorum, "sakrifays" diyorum, "kesiyoruz" diyorum, anlamıyorlar. Domuzu şişe geçirip döndürüyosun ama?! "NOEL, NOEL!" diyolar. "He" diorum ben de. Bi de burda Ramazan, "RAMADAN" diye geçio. Sonu davul efekti gibi. Hoş, burdaki nerden bilsin o efekti, gecenin 4'ünde, dan dan da dan dan!! Polis çağırırlar hemen!

Burada çocuklara sıcak çikolata götürüyorum oyun oynarlarken. Bizim çocuk olsa paşa çayı içer di mi paşalar gibi?!

Kafa komşusu... (Sinem'den.)

İstanbul'dayken chill out müzikler dinlemeye başlamıştım son dönemlerde. Radio Lounge, Eryka Badu, böyle sakin sakin. Şu an itibariyle 3 aydan fazla İngiltere'deyim. Mayfield adlı küçük, sakin bir İngiliz kasabasında. Ve farkettim ki Rock müzik dinlemek istiyor canım! Böyle bangır bangır, elktronun tellerine vura vura! İstanbul'un koşuşturmacası, stresi, gürültüsü yetiyormuş bana. Daha fazlasına ihtiyacım yokmuş o zaman diliminde. Buradaysa tam tersi, fazla sessiz-sakin bazen. Müzik, iç dünyamızla dış dünyamızı dengelemeye de yarıyor o halde. Ruhun gıdası işte...

Bir kez daha yazı gibi bişilerin sonuna geldik. Dediğim gibi, 3 ayı doldurdum burada. Özlediniz mi beni? Esen kalın tamam? Ben bilmiyorum nasıl yapılıyo o ama... Deneyin yani.

31.05.2008 / cumartesi / 19:36 / mayfield / ev / oda / kucak üstü
fincanda kahve / evian şişesinde su
windows media player / deja vu - never
resim / sigara içen adam - fab

Tuesday 27 May 2008

Aynı Anda Benim Ülkemde...

Bölük pörçük rüyalarımdan biri gene. Kayda değer olanlar hep böyle oluyor; kesik kesik, görüntü karlı...

Bir kadın var. Tam bir kadın figürü. Koyu renk dalgalı uzun saçları, dolgun dudakları, iri göğüsleri var. Bir temsilci bu kadın. Sanki insanlığın temsilcisi. Sanki her anında karşıdan bir rüzgar esip saçlarını havalandırıyor; her hareketi, bir uçurumun kenarında gözlerini ufka dikmiş de öyle konuşuyormuş gibi bir hava barındırıyor. Hayran olunası...

Bir şeyler olmuş... Bir şeyler olmuş ve bitmiş. Artık çok geç! Kafasında harika fikirler olduğunu ama artık herşey için çok geç olduğunu söylüyor. İnsanlık için fikirler...

...

Aynı anda benim Ülkemde:

Türban kavgası bir türlü bitmeyen ülkemde insanlar bir bez parçası yüzünden üniversitelere giremiyor, girenler rahat edemiyor ya da rahat vermiyor. Millet vekilleri kendileri için yasalar çıkarttırıyor, hükümet medyayı satın alıyor, medya insanları savaş için gaza getiriyor, aynı medya devrimci, kemalist, aydın yazarları işinden ediyor... Ülke, "medya" ile "aydın doğan" kelimelerini sözlükte eş anlamlı hale getirmeye hazırlanıyor. Solun kalesi olması gereken partinin başına adamın biri çöreklenmiş, ısrarla gitmiyor! Tersanelerde işçiler telef oluyor ve önlem olarak "Baş" bakan, "en az 3 çocuk doğurun" diye sayıklıyor...

Aynı anda başka bir yerlerde:

İsrailliler, Filistinli çocukların, Amerikalılar, Iraklı çocukların canına kıyıyor. Bu arada Vatikan, "dünyada kötülükler arttı" diyerek şeytan çıkarma ordusu kuruyor ve Amerika "her nedense" ülkeme füze kalkanı kurdurmak ve Mehmetçik'i Afganistan'da savaştırmak istiyor!..

Gene benim Ülkemde:

Aynı hükümet orman arazilerini telef edip, otel, fabrika kurmak peşinde! Bir üniversite öğrencisi "Aziz Nesin" kitapları okuduğu için "ülkücü" öğrenciler tarafından dövülürken, başka bir grup üniversiteli öğrenci, "aynı ülküye sahip" kişiler tarafından silahlı saldırıya uğruyor. Çok doğudakiler, az doğudakilere karşı kışkırtılıyor, ikisinin de "doğuda" olduğu unutturuluyor...

...

Hikaye bir yerlerden tanıdık geliyor bana. Kabul etsek de, etmesek de iki noktanın etrafında dönüyor bu olaylar. Karşılıklı iki kulenin başının altından çıkıyor. Birinde kötülüklerin asıl efendisi, diğerinde güce tapınan hizmetkarlar oturuyor. Batıdaki bu iki kule, gözünü doğuya dikmiş, başka bir şey görmüyor! Yolunun üzerinde bir ülke var. Çok defa denenmiş, tarih sahnesinden bir türlü silinememiş bir ülke. Hep dost gözükülen ama arkasından tonla iş çevrilen bir ülke. Yıllarca "hasta adam" denilen ama bir türlü ölmeyen bir ülke...

Ama kötülük zeki, karanlık derin. Güçle yok edemediğini, zekanla alt edeceksin! Dışarıdan ezemediğini, içeriden çökerteceksin!

Önce başa, bir dediğini iki etmeyecek bir adam koyacaksın. Yönetimi kademe kademe ele geçireceksin. İnsanların zihnindeki eski ve güçlü kahramanı yok etmek için resimlerini kaldırtacak, takipçisi yazarları işten attıracaksın. Zaten "O" olmayaydı, çoktan halletmiştik buraları!

İnsanlar bu yaptıklarını farketmesin diye önlerine daha basit olaylar koyacaksın. Asırlardır beraber yaşayanları birbirine düşüreceksin. Asırlardır kullanılan baş örtüsünü kavga sebebi kılacaksın! Zaman senin dostun; insanlar unutacak. İnsanlar ölecek, insanlar köleleşecek!

Karanlık bastırır, ordular güçlenir, düşmanın bütün kaleleri zaptedilirken sana boyun eğmeyen herkes bir bir düşecek! Sadece bu kadar da değil. Planlar daha da büyük! Ormanlar yok edilir, yerine fabrikalar kurulur, dünya sanayi ateşiyle kavrulurken sıcaklık giderek artacak, buzullar eriyecek! Aptallar, yıllarca göremediler asıl planını!..

...

Mordor, Isengard, orklar, Uruk-Hai'ler, Rohan, Minas Trith ve insanlar! Bu sefer elfler yok! Vardılarsa bile çoktan gitmişler. Yardım eden cüceler yok! Tüm kötülükleri bitirecek, yok edilmesi gereken bir yüzük ve fedakar hobbitler de yok! Sadece İnsanlar var! Kafaları karışık, ne yapacaklarını bilemeyen İnsanlar... Yardım gelmeyecek! "Yüzüklerin Efendisi" sadece bir film mi acaba? Tolkien, hikayesine sadece zamanının dünyasını katmakla kalmamış...

Peki batıdaki kötülük? Gözünü doğuya dikmiş olan kötülük! Nedir derdi?! Ne olacak sonra? Tüm dünyayı ele geçirse, ne olacak sonra? Kimin için çalışıyor o "puşt"?! Fani değil belli ki derdi; dünyayı yönetiyor işte basbayağı! Daha ne alacak?

Öteki dünya mı derdi? Bu yüzden mi ölen çocuklar hep Müslüman?! Türk, Kürt, Iraklı, Filistinli, Afgan... İsa'dan madalya mı bekliyor bu pezevenk?! Eğer gerçekten Cennet varsa, Muhammed ve İsa omuz omuza bekliyorlardır o "puşt"u kapıda!

...

"Artık çok geç!" diyor. "Çok güzel olabilirdi herşey ama artık çok geç..."

Bir sürü ülke sayıyor doğudan ve batıdan, elbette adlarını hatırlayamadığım. Onları bir araya getirmekten bahsediyor, saçları rüzgarda savrulurken. Bilirsiniz, rüyalarda sözcüklerden çok hisler vardır. Gerçekten inanıyorum O'na. Gerçekten biliyorum o anda; olabilirdi anlattıkları. İnanıyorum!

Ama O "Artık çok geç..." diyor. Silikleşiyor, silik rüyamın içinde. Giderken planı da söküp alıyor sanki kafamın içinden...

Gitti!..


27.05.2007 / salı / 01:27 / mayfield / ev / oda / kucak üstü
/ jem - they

resim 1: fab
resim 2: fab (manipülasyon)
resim 3: fab

Thursday 15 May 2008

Tehlike Anında Düğmeyi Çeviriniz...

Bazen olaylar planladığınız gibi gitmiyor ve birileri (!) "bazen" kelimesini "genellikle" olan bir şeyi yumuşatmak için kullanıyor...

Olaylar planladığımız gibi gitmediğinde mutsuzluğumuz ve negatif enerjimiz her şeye yansıyor. Aslında herşey kötü gitmiyor ama biz öyle hissediyoruz. Sanki içimizdeki bir düğmeye bağlı herşey. Birşeyler düğmeyi çevirdikçe hayatı görüşümüz karanlıktan, aydınlığa, siyahtan, toz pembeye doğru değişiyor. (Pembeyi de hiç sevmem de, lafın gelişi...) Ve gene aslında tek değişen biziz. Dünya kendi ekseninde hiç sapmadan dönüyor ve sadece biz olayları farklı algılıyoruz. Matrix'teki "kaşık aslında yok" repliği de bu yüzden favorim. Filmin o sahnesini hatırlayan var mı? Küçük bi çocuk, Neo'ya beyin gücüyle kaşığı bükmesini öğretiyordu, kahinin evinde. Çok kolay aslında. Kaşık yok. Kaşık bükülmüyor aslında, sen ona doğru bükülüyorsun…

Ne olduğunu ve nelerden oluştuğunu hala tam olarak anlamlandıramadığımız bir evrende yaşıyoruz ve göreceli olarak tek gerçek biziz. Bir evrenin içindeki noktalarız ve herkes kendi içinde ayrı bir evren barındırıyor.

Yani mevcut gerçekliği, inandıklarımızı aslında biz yaratıyoruz. Gerekli etkiler uygulandığında çiçekler daha renkli, güneş daha parlak gelebiliyor bir anda. Kendi gerçekliğimize değil de tek bir gerçeğe bağlı olsaydık, iki kişiden biri mutlu, biri mutsuz olamazdı aynı anda. Bu bireyselliğimizin bir parçası... Hiç kimse birbirinden bağımsız değil ama iç dünyası da o denli ayrık ve özerk. Aslında herşeyin aynı anda olup bittiği koskoca bir kürenin üzerinde yaşıyoruz ve hepimiz bir şekilde bu bütünün bir parçasıyız ama iç dünyamızdaki farklılık, bize dünya üzerindeki bu çesitliligi sunuyor.

Gelelim bütün bunların nereden çiktigina. Belki “ne saçmaladığımı” anlatabilirim.

Benim vize başvurum. (Evet gene döndük dolaştık geldik buraya! Tüm felsefik çıkarımları yapacağım ben bu konsolosluk konusuyla!) Benim vize başvuruma iki farklı açıdan bakalım:

Birincisi benim açım. Ben İsveç ve Hollanda’ya tatile gideceğim için kendimi çok mutlu hissediyorum olayın başında. Sonra Schengen vizesi almam gerektiğini farkediyorum. Önümde 12-13 gün var. “Sıçtık” diyorum! Etraf karanlık o anda. Sonra bakıyorum, araştırıyorum, bi gaza geliyorum arkadaşlarımla konuştukça. Bir cuma günü kalkıp Londra’ya gidiyorum direkt! Diyorum “Yapabilirim!”. Işıl ışıl ortalık! Bütün gün orada bekliyorum, belki randevusuz alırlar başvurumu diye ama sonuç yok. Yarım İngilizce’mle kendimi acındırmaya çalışıyorum falan olmuyor. Umutsuzluk geri geliyor. Karanlık baskın çıkıyor. Aldığım randevu ayın 3’üne, benim uçmam lazım ayın 7’sinde... Tek günde almak zorundayım vizeyi, bana geri postalayacakları zaman yok. Randevudan önce gene moraller yükseliyor. Konuştuğum insanlar “ben tek günde almıştım, sen de alırsın...” falan diyorlar. Gene bi gaz, “Tabi alırım!” demeler. Gitmeden 3 gün önce konsolosluğu ararsın randevunu kontrol etmek için, randevunu bulamaz telefondaki kız. Gene döndü içindeki düğme diğer tarafa. Karanlık çok derin. Yeni randevu alacak zaman yok, randevusuz vize yok. Tamam bittim ben! Biletleri de aldık bi önceki gazla! Kalkar o karanlığın içinden konsolosluğu basmaya gidersin. İçinde fırtınalar kopmaktadır. Kavgaya hazırsın. Kadına sorarsın randevunu ve kadın 5 dk sora gelir, “Evet randevunuz 2 gün sonra.” der. Sen sıkılı yumruklarınla kalakalırsın. Kadın içindeki düğmeyi çevirmistir diğer tarafa. Işıl ışıl çıkarsın konsolosluktan. Randevudan bi gün önce gökkuşağı görürsün. “Tamam,” dersin “işte bu işaret!” Ve gider alırsın vizeyi. Tatil yapacaz diye çektigimiz işkenceye bak di mi? Kabus gibi bir 10 gün... Karanlık, aydınlığın ensesine vurup kaçıyor; aydınlık, karanlığa çelme takıp düşürüyor...

Şimdi bir de konsolosluktaki kadın açısından bakalım olaya. Bir cuma günü bir genç gelir randevusuz. İngilizce bişiler geveler. “Alamayız.” der, gönderirsin. Ertesi hafta aynı genç tekrar gelir, randevusunu sorar. “2 gün sonra.” der, gönderirsin. 2 gün sonra çocuk randevuya gelir, evraklarını inceler, bir kaç soru sorup sıkıştırır, biraz beklettikten sonra verirsin vizesini. Yüzünde garip bir şaşkınlık ve gülümsemeyle gider çocuk...

Hepsi bu! Bu kadar! Diğer tarafta hiç bi değişiklik yok. Sen ne yaparsan yap aslında hiç değişmedi. Pozitif düşünceye ve onun gücüne inanıyorum ama aslında bütün o kabus benim içimdeydi. Hepsi bu! Senin dışında tamamen güçsüz ve anlamsız. Senin içindeyken tüm dünyayı kaplayabiliyor. Hepsini biz yaratıyoruz...

Sadede geleyim. Demek ki bu moral iniş çikislari, kendini kötü hissetmeler bizden kaynaklanıyor. İçimizde çok basitçe bir düğme var ve dışardan gelen etkilere çok açık. Ota boka dönüyor düğme bir taraftan diğer tarafa. Ama biz elimizi uzatıp çeviremiyoruz onu istediğimiz yöne. Belki de sadece bunu anlamadığımız için? Belki de bunu yapabilecek gücümüz vardır ama biz bilmiyoruzdur...

Belki de zaman zaman kötü hissetmeye ihtiyacımız vardır ve o düğme sürekli aydınlık tarafta kalmamalıdır. Aksi takdirde güneşin daha parlak, çiçeklerin daha renkli olmasının bir anlamı kalmazdı belki de... Herşeyde bir dengeye ihtiyacımız olduğu için o düğme var belki de...

Belki öyle, belki değil! Bir düğme var orada! Ama bence siz gene de anlamadığınız şeyleri kurcalamayın bilip bilmeden. N’olur, n’olmaz...

Yazı başlangıç: 3 Nisan - London - Hyde Park - Konsolosluk sonrası - Cepte Schengen Vizesi
Yazı bitiş: 15 Mayıs - Mayfield - ev - çalisma odası - tatil bitmiş, fotoğrafları feysbuka konmuş bile...

resim: fab

15.05.2008 / perşembe / 14:07 / Mayfield / ev / çalışma odası

Friday 2 May 2008

Akla Düşen Düşünceler No:20080501 (Behçet Spor)

  • Temel mantık paydasında orjialine uygun hata yapmak:

Mesela şöyleki;

Bilbortta gördüğüm "ender'e gelen, kışa mutlu girer." ilanını saniyelik bir bakış anında "ender'e gelen, kışa montlu girer." okuyup, "bunlar ne diyo lan?" diyip tekrar bakıldığında kendi kendini göt etme durumu...

Hani kışa montlu giren üşümeyecegi için mutlu olur ve böylece de kışa mutlu girmiş olur. Yaptığın hata aynı mantık paydasındadır ve orjinal anlamda fark yaratmaz.

Gibi... (Ben niye böyle şeyler düşünüyorum ya?)

  • Hayat yürüyen merdivenlere benziyor. Sen dursan da o gitmeye devam ediyor. Geriye dönmeye çalismak çok zaman boş çaba. İleriye gitmekse her zaman karlı değil. Koşup treni yakalayabilir yada yuvarlanıp kafa göz patlatabilirsin... E hayat da kaçan trenlerin bi bileşimi değil mi zaten?..
  • Öyle sarılmalıktı ki, ölesiye neredeyse…
  • Metrodan yukarı çıkarken herkesle birlikte yürüyen merdivene yığıldığınızda ve solunuzda bomboş bir merdiven olduğunu farkettiğinizde sizde de bir tembellik hissi uyanıyor mu? (Bana hiç bakmayın. Ben yürüyen merdiven kullanmıyorum…)
  • “Very Vanilla Latte” tadında dudakları vardı...
  • Burada biraz uzak kaldım haberlerden, olaylardan, gündemden. Ama pek de şikayetçi değilim. AKP yok, ekonomik kriz geldi geliyor muhabbeti yok, saçma sapan programlarla oluşturulan sahte gündemler, gereksiz magazin haberleri yok... Güzel yani. Aha 1 Mayıs da geldi. Kimsenin çatıştığı yok bu küçük kasabada... Bakıyorum, Taksim'de işçilerle polis gene kaynamış birbirine... Nasıl bayramsa artık bu? Pek hoş olmayan fotoğraflar gördüm nette Türkiye'de 1 Mayıs adına. Her zamanki gibi. Burada, tüm o saçmalıktan uzak olmak güzel. En azından bir süre. Biliyorum bu kafayı kuma gömen deve kuşundan farksız ama cehalet en büyük mutluluk! Gözünün önünde olmuyorsa bu olaylar, etkisi azalıyor bir nebze. Sonsuza kadar saklanamayacağımı bilsem de... Bütün işçilerin “İŞÇİ BAYRAMI” kutlu olsun!
  • "Bir osuruk, bin doktora bedeldir." Ulan ne laf bee!..
  • Var mısın yok musun programında kutu açan kadınlardan biri, yarışmacının kazanmasını istediğini ve kazanamazsa çok üzülecegini belirten bişiler zırvalarken cümlesinin sonunda “mutluluğumu da tıkadın bana!” dedi. O ne demek ya?! “G.tüme soktun” der gibi…
  • Bi insan evladı sabahın 6'sında uyandırılır mı yaa? Yazıktır! Günahtır!..

  • Bu arada 2 aydır İngiltere'deyim. Tam olarak 63 gün hatta! Nasıl geçti ben de bilmiyorum. İyi bişi heralde bu di mi?.. =)
  • Annemle babam da gitti Marmaris’e yerleşti, köpeğimiz Goldie’yle birlikte. Emeklilik hayatına geçiş yapıyolar yavaştan. (Herkes maşallah desin!) Artık keyifleri nasıl yerindeyse, kavgaları bile kavgaya benzemiyo. Kavga konularını açıklıyorum: “Sen benim helvamın fıstıklarını yedin”, “Yok efendim soğanın cücüğünü en sona ayırdıydım da sen götürdün.” vs. Özetle, “helvanın fıstığı, soğanın cücüğü”. Allah herkese böyle anne-baba, her anne-babaya da böyle kavga sebepleri versin. (Amin!) Bizimkilere de uzun ömür ve bol saadet… (Hep beraber: Amin!..)
  • Aslında hergün 6'da kalkcaksın, 9'a kadar bütün işlerini halletceksin. Gün 2 kat uzamış gibi oluyo olum!
  • Geçenlerde bu seneki Kasdav'da çalışan bir arkadaşım anlattı. Kasdav, Liseler Arası Müzik Yarışması. Bu sene Bilgi Üniversitesi düzenlemiş. Kayıp bir gençlik gördüğünden söz ediyordu organizasyonda. Çalisan erkeklerden birine bir kız gelip "ONS'ye var mısın?" diye sormuş. Çocuk da kalmış tabi, "o ne öyle?" demiş. Meğer One Night Stand dediğimiz tek gecelik takılma muhabbetinin kısaltılmışıymışş... Yani arkadaşimız gençliği yakından takip etmediği ve gerekli sözleri bilmediği için treni kaçırmış. =D Ama tabii buradan mesaj da vermemiz gerek. Burada asıl önemli olan 17 yaşinda bir kızın böyle bir teklifi yapabiliyor olmasıdır. Kullanılan dil de ayrıca ilgi çekicidir. ONS nedir ya? OGS gibi. Otomatik Geçiş Sistemi! =D
  • Komedi gösterisinde yanındakinin tepkilerini gözlemek... Var öyle bişi! O hangi esprilere daha çok gülüyo, hangilerine gülmüyo... Merak ediyoruz. İnsanoğlu bi acaip!
  • Doğmak, büyümek, üremek, ölmek... Bu mu lan hayat?! Hadi üremeyi geçtim, bu mu lan hayat?!
  • Şehremini'de Behçet Spor vardır. Ben orada büyüdüm, Şehremini'de. Orada büyüyen her çocugun Behçet Spor'a bi kez uğramışlığı vardır en az. Küçücük, belki 15 m2 bi dükkan. Belki hiç değişmedi yıllardır. Behçet abiden önce babası Şevket amca vardı, o kadar. Ve geçen gün düşündüm de, ben burada, gelmeden önce Behçet Spor'dan aldığım ayakkabılarla futbol oynuyorum. İngiltere'de! Yani Premier Lig'de falan değilim ama olsun. İngilizler'e karşi Behçet Spor'dan aldığım ayakkabılarla oynuyorum! Bu da Behçet Spor'un futbola, spora katkısı belki de. Küçük, müçük! Belki de Behçet Spor o kadar küçük değil...
  • Domatesi ketçaba banmak mı daha saçma, yoksa patatesi patates püresine banmak mı?
  • Feysbuk yazarken elim sürçtü, geysbuk oldu...
  • Dikkat ettim, burada hiç çimlere basmayın tabelası yok. İngiltere'de ve gördüğüm kadarıyla Avrupa'da yani. Ve insanlar çimlere basıyor. Bizim orda heryerde çimlere basmayın tabelası var ama insanlar gene de çimlere basıyor. Demek ki insanlar hep çimlere basıyor! İnsanlar çimlere basmak istiyor! Her nerden geldiyse bi zihniyet gelmiş bizi betonun, asfaltın üzerinde tutmaya çalisiyor. Doğaya karşi geliyor! Basabildiğiniz çime basın arkadaşim! İnsanlık hakkımız bu bizim!..
  • Herkese nice yıllar!! (3 Mayıs doğum günüm! =))
01.05.2008 / perşembe / 23:04 / fingal house / mayfield
/ çalışma odası / bilgisayar
/ southern fm

Related Posts with Thumbnails