Sunday 27 July 2008

Londra'dan canlı canlı

Neredeyse 5 aydır İngiltere'de ikamet etmekteyim sevgili fabırcıklar. Dedim ki niye canlı canlı göstermiyorum buraları. Hem yazıların uzunluğundan şikayetçi olanlar için de kolaylık olur bu hafta. =)

Londra'dan 2 tane video getirdim bu hafta sizin için. Taze taze! Dün kendi elcağızlarımla çektim...

Tabii videolardan önce mevcut yeni durum hakkında iki kelam etmek lazım. En son karar verdiğim üzere size mümkün olduğunca videolarla burayı göstermeye çalışacağım. Hem belki sizi özendiririm biraz, buralara gelmeye karar verirsiniz. Ne kadar iyi niyetliyim değil mi? Her zaman okurumu düşünüyorum!..

Londra fotoğraf çekmek için harika bir şehir. Gökyüzü her daim güneşli olmasa da şehrin kendisi hep renkli, tam renkli... Bunun yanında bazı yerlerde fotoğraf yetersiz kalıyor, çünkü Londra sokak sanatları konusunda uçsuz bucaksız bir şehir aynı zamanda. Şehir merkezinde her köşe başında, her alt geçitte bir müzisyen, bir performans sanatçısı görmek mümkün... Eh söz konusu performanssa, az da olsa video teknolojisinin yardımına ihtiyacımız var sanırım.

Çok ilginç şeyler olmayabilir videolar. Sadece buradan, benim gözümden görünenler. Çok da gözümüzde büyütmemek lazım.

TOWER BRIDGE

İşte fablamaca tarihinin ilk "bizzat ben çektim" tarzı videosu: Tower Bridge!

Tower Bridge, yapımı 8 yıl sürmüş, 1894'te hizmete açılmış bir açılır kapanır köprü. Bu şekilde bakınca pek büyük bir olay yok aslında. Zira bizim Galata Köprüsü'de gayet açılır kapanır bir köprüdür Haliç üzerinde. (Videoda Unkapanı köprüsü demişim ben. Olur öyle...) Gel gör ki mimari muazzam. Pek tabii Londra'nında simgelerinden biri Tower Bridge. Silüetinin de bir parçası.

İşte fab, dün sizin için oradaydı ve köprüyü açılırken görüntüledi sizler için. Buyrun:



Gördüm, çektim, paylaştım... Budur!


LONDRA'DAN SOKAK SANATLARI

Benim sizinle en çok paylaşmak istediğim videolar bu tür olacak genelde. Sokakta yürürken çok başarılı şovlarla karşılaşabiliyorsunuz Londra'da.

"Londra'dan Sokak Sanatları" için ilk konuğumuz, çanak çömlekle kendi ritim şovunu yapan bir sokak sanatçısı. Bu sefer fablamaca için çalıyor! (Tabii o bunu bilmiyor...)



Sanatçımız için bir alkış!..


THAMES NEHRİ KIYISINDA...

Dünkü gezimiz sırasında uzunca bir yürüyüş yaptık Thames Nehri kıyısında. Charing Cross'ta trenden atlayıp, Embankment'den nehri geçip "Queen Walks" boyunca doğuya doğru yürüdük. Ta ki Tower Bridge'e ulaşana kadar. Tabii ki ben 100'ün üzerinde fotoğraf çektim. (125'ymiş tam olarak.) Nehir boyunca çok güzel mekanlar vardı. Bunlardan biri özellikle dikkatimi çekti:


Bu Yunan mekanı, kısıtlı yer ve küçük masalarla ilgili sorununu, tabakları üstüste servis ederek çözmüş. Yunanistan'da yaygın bir yöntem midir bilemiyorum ancak ben ilk kez gördüm. Bana pek kullanışlı gözükmese de dikkat çekici olduğu kesin. Mekandaki yoğunluk da sistemin çalıştığını gösteriyor gibi aslında...

GÜNÜN FOTOĞRAFIMSILARI


Fab, Londra'dan bildirdi...

27.07.2008 / 18:27 / pazar / mayfield / oda / masa / kucak üstü
/ tabak - avokado ezmesi
/ winamp / shoutcast radio / led zeppelin - the ocean

Sunday 13 July 2008

KONSOLOS GİREMEZ!

Konsolosluk dediğin ne işe yarar?

Ülkeler arası iletişim falan, tamam da peki ya bu vize bölümü?!

Ne bu afra-tafra arkadaşım?! Hayır, kimin ülkesinde kime artistlik yapıyosun? Bu kasılmalar falan ne oluyo? Yok illa randevu alcan, randevu alırken bi ton para bayılcan. Randevusuz sıçmaya bile gitmiyoruz kusura bakma...

Ha o da yetmicek, içerde biraz daha söğüşlicez! Parayı peşin alcaz ama vize için de söz vermicez. Vermezsek vermeyiz! Vize bizim değil mi?!

İnsanız hepimiz şurda! Ne bu böyle robot gibi?! Saatlerce beklemişim ben orada kimsenin sırasını almamak için, herkes gitmiş, bi ben kalmışım, mesai saatinin bitimine daha var, boşsun işte! Niye zora koşuyorsun yani beni? Nasıl olsa alacaksın yani şu evrakları, herşey hazır işte!
Bir kere senin işin vize vermek değil mi? Vermemek için bu kadar kasmak niye?! Yok kapısından sokmaz, yok camından baktırmaz, karın üstünde dışarda bekletir, istisna yapamayız kimseye vs vs...

Sanırsın cennetin kapılarını kolluyor pezevenkler! Tek tek günahlarını sayıyorlar, ona göre verecekler vizeni. O derece tanrısal bir hava. Camekanın arkasında öyle bir hali var ki, sanırsın bulutun üstünde oturmuş, öyle konuşuyor! O, o taraftan konuşuyo, ses arkandan falan geliyo. Mikrofon ve kolon sistemi heryerde. Diyor ki, “Ben izin vermeden, senin sesin bile bu tarafa geçemez...” Bir üstünlük taslama çabası, bir ukalalık! Neticesinde bir devlet dairesi...

Nefret ediyorum! Aslında hiç bi bok olmayan insanların, bir camekanın arkasında kendilerine verilmiş dengesiz güçler sonucunda laftan anlamaz bir robota dönüşmelerinden ve benim bu insan demeye içimin el vermediği yaşam formuna bağımlı olmamdan nefret ediyorum!

Yahu altı üstü Avrupa'ya gideceğiz! Nedir bu kadar prosedür, bana bu kadar para harcatma isteği? “Avrupa, aç koynunu ben geldim!” Budur yani bence...

Kuzenden davetiye iste, 25 euro. Orjinali olcak, posta parası. Randevu al. Randevular otomatik hattan alınıyor, çok kolay. Ancak dakikası 1 pound. Hatta da bir kadın var, söylenebilecek her ayrıntıyı söylüyor, susmak bilmiyor! 6-7 pound da oraya gitsin. (Yanlışlıkla cep telefonundan ara benim gibi, 13 pound!) Vize ücreti, 45 pound! Üstelik öyle bir seferlik değil. Her başvurunda ödeyeceksin! Uzun dönem ver o zaman? Yoook!.. Konsolosluk Londra'da, bizzat başvurmak zorundasın. Otobüse 5, trene 6,85 pound. Bir de Londra içi seyahat var... 1 gününü bu işe harcamanı ve yemek paranı falan da siktir ettim hadi...

Her gelene vize versinler demiyorum. Vizesiz gidicem de demiyorum. Zaten herşeyi harfiyen uygulayan ve statüm açısından hiç bir sorun teşkil etmeyen bir insan olarak bu kadar zorlanmama bir anlam veremiyorum! Vize almanın en zorlu olduğu ülkeden 2 senelik vizem var. Daha 2 ay önce alınmış bir Schengen vizem de var. İş verenimden mektupta da belirtildiği gibi tek derdim seyahat etmek. Belli ki gideceğim ve döneceğim. Sen ne yaptığını sanıyorsun ki şimdi?!

26 Mart'ta bu yazının ilk versiyonunu yazdığımda yayınlamamıştım. 26 Mart'ta İsveç konsolosluğunun kapısından dönmüştüm fakat tatilimden 4 gün önceye randevu vermelerine rağmen 03 Nisan'da başvurumu alıp, 2 saatte de vermişlerdi vizemi. Ben de onun üzerine “çok mu abarttım acaba lan?” demiş, salgıladığım mutluluk hormonuyla başka bir yazı yazmıştım “Tehlike Anında Düğmeyi Çeviriniz” başlıklı. Her zamanki gibi biraz kendimle çelişicem ama bu sefer ilk başarısızlıktan sonra yaptığım çizimi, düğmeyi ve yazıyı düşündüm. Telaşa vermedim, sakin sakin başka bir yol aradım ve buldum! Perşembe de gittim uyguladım. Gel gör ki, ilk yazım haklı olduğu kadar, bu yazı da haklı! Çünkü camekanın arkasındaki paranoyak teyze, gayet gerçek olan tatil planıma inanmadı! Sırf bu sebeple de, başvurumu kabul etmedi. Bu onun elinde! Kim olarak?!


“Tehlike Anında Düğmeyi Çeviriniz” doğru olabilir ancak bu yazı da bir o kadar gerçek! 2 kere red aldığım Kanada Konsolosluğu (sonuçta vize bölümündeki kadının bir ajanstan para aldığı ve bu sebeple başkasına vize vermediği ve yakalandığı söylendi bana ajansımdan), içeriye girene kadar canımın burnumdan geldiği Ankara'daki İngiliz Konsolosluğu, Londra'daki İsveç Konsolosluğu (gene de en sorunsuz olanı orasıdır), 2 ay sonrasına randevu veren Alman Konsolosluğu ve sudan sebeplerle başvurumu kabul etmeyen Polonya Konsolosluğu tecrübelerinin bileşimi olarak bu yazıyı yayınlama kararı aldım. 24 Temmuz için tatil planı yapan ben, Polonya Konsolosluğu sayesinde vizesiz, başvurusuz ve çaresizim!..

En çok koyan da, orada oturmuş birisinin, “Tamam geç!” demediği için, gitmek istediğim yere gidememem! Bu şekilde bir bağımlılık göstermem!..

Gidip bir ada satın alacağım! İçeride herşey beleş! Vize falan da yok! Herkese giriş serbest! Sorgu, sual, kimsin, kimlerdensin yok. Geldin mi? Başımın üstünde yerin var! Giriş ücreti de olmayacak! Saat başı da tekne olsun! Herkese serbest. Ama girişe bir de tabela koyacağım: “Elçi, Konsolos, Konsolosluk çalışanı, Konsolosun eski eşi, ailesi, akrabası, 7 sülalesi giremez!” Tam tabelanın karşısında durdukları yere de çizgi filmlerdeki gibi kolu çektiğinde açılan gizli bir kapak! Onlar tabelaya bakarken çekeceğim kolu, hepsi iskeleden suya düşecek! Nihohahahaha!

Şu halime bak yaa! Yazık yaa!!

13.07.2008 / pazar / 18:01 / oda / masa / kucak üstü
/ winamp / SHOUTcast radio / rockradio1 / metallica – master of puppets
/ ev yapımı pizza – meyve suyu
/ pasaport – 2 senelik ingiltere vizesi
– 2 ay önceden schengen vizesi – yeni vize için bir sürü boş sayfa...

Wednesday 2 July 2008

Futbol, Savaş, Testosteron

UEFA Euro 2008 Futbol Şampiyonası pazar akşamı sona erdi...

Şampiyon İspanya. En azından oyunuyla bunu hakeden bir ülke kupayı aldığı için mutluyum...

Türkiye, Rusya ile birlikte kupadaki en iyi takımlar arasında, İspanya (ve ne yazık ki) Almanya'nın arkasından 3. lüğü paylaşıyor. Burada konuştuğum her İngiliz'e söylediğim üzere: “Takımımla gurur duyuyorum!” Belki inanmayacaksınız ama burnu havada bildiğimiz İngilizler de çok takdir ediyorlar Türkiye'yi. Belki de kupa dışında kaldıkları için ilk defa bu kadar objektif bir gözle bakabiliyorlar.

Gel gör ki bu futbol. Top yuvarlak... Geçen yazıda Baran'dan gelen yorum çok güzeldi: “Futbol, 22 adamın bir topun peşinde koştuğu ve her zaman Almanlar'ın kazandığı bir oyundur!” Sinir bozucu bir gerçekti ama bu sefer tutmadı. Burada tüm İngilizler, “Almanya'ya karşı oynayan takımı" destekliyor. Zaten eski savaşlar yüzünden araları hep gergin olan bu iki ülke, futbolda da Almanlar'ın sürekli kendilerini penaltılarda yenmesinden dolayı birbirleriyle pek iyi geçinemiyor...

Savaş ve Futbol!

Ne kadar uzak gözüküyor değil mi? Futbol, spor, sportmenlik... Savaş, ölüm, gözyaşı...

Gerçekten de o kadar uzak mı?

Şöyle bir bakıyorum da... Yükselen milliyetçi duygular, olaylara objektif bakamayan bir çift göz, kavga eden sporcular, kavga eden taraftarlar...

Elbette sportmenlik tamamen kaybolmuş falan değil. Spordan sadece zevk alan insanlar da yok değil. Gene de başka bir gözle bakmayı deneyin bir an için. Tüm milletler, medenileşiyoruz. (Güya) Savaşları sona erdirmeye çalışıyoruz. Bu acaba “gerçekten” mümkün mü? Savaşları bitiremeyişimizin sebebi, kendimiz olabilir miyiz? Bütün bunlar, insan denen mahlukatın dünya üzerindeki yan etkilerinden biri olmasın sadece?..

1. ve 2. Dünya Savaşları, küreselleşmenin ilk belirtileriydi belki de. Artık bölgesel savaşlar yapılmıyor, uçakla denizler aşılıyor, gemilerle düşman kıyılarına çıkartmalar yapılıyordu. Gelişen teknoloji sayesinde uzak diyarlara seyahat ederken savaş ekipmanını da yanına alabiliyor, şekil almaya başlayan telekomünikasyon sayesinde uzaktaki birliklerle irtibat kurabiliyordun artık...

Düşününce, bir çocuğun eline bir oyuncak vermişsin de, ne zaman kırılacak diye sınırlarını deniyormuş gibi sanki. Özellikle iletişim ve ulaşım alanındaki ilk gelişmeler genellikle ordu kaynaklıydı. İlk uçak bulunduktan sonra “bununla yolcu taşırız” denmedi, “bununla asker taşırız” dendi... Demek istediğim, insan eline geçen herşeyle savaş yaratmak konusunda benzersiz bir canlı...

Demek ki, bir şekilde, insan savaşı hep kendisi yarattı. Sen benim arazimi aldın, sen benim karıma baktın... Sürekli bir bahane mevcuttu. Savaşmak insanın doğası gibi duruyor bu açıdan.

Roma İmparatorluğu, söylendiğine göre alabilecekleri her yeri aldıktan sonra halkın savaşsızlıktan baş gösteren sıkıntısını gidermek için Coliseum'u inşa edip gladyatör dövüşleri düzenlemeye başlamış...

İnsan dediğin, kan istiyor!

Duyduğum bir başka teoriye göre dünya üzerindeki erkek nüfusu çok yükseldiği zaman savaş baş gösteriyor, savaşla birlikte erkek nüfusu azalıyor, eninde sonunda her savaş bitiyor ve yeni bir süreç başlıyormuş. Bana mantıksız gelmedi.

Benim teorim şu: Dünyadaki tüm savaş ve şiddetin sorumlusu “testosteron”dur. Testosteron, erkeklik hormonu diye de bilinen bir vücut salgısıdır. Erkekte testislerde, kadında yumurtalıklarda üretilir. Ancak bu hormon erkeklerde kadınlara göre 30 kat daha fazla bulunur. Testosteron ergenlikle birlikte erkeklerde üstdüzey salgılanmaya başlar ve ses kalınlaşması, kıllanma gibi erkeksi fiziksel özelliklerin yanı sıra erkeklere özgü davranışların da kaynağıdır. Özetlemem gerekirse erkeğin şiddete yatkınlığı buradan gelmektedir. Bu açıdan baktığınızda testosteron üretimi normal düzeyde olan bir kral ile çok yüksek düzeyde olan bir kralın yönettikleri ülkeler büyük farklılık gösterebilir... Şiddet hormonu olarak da adlandırabiliriz bu hormonu bu durumda.

Yukarıdaki teoriyi benimkiyle birleştirecek olursak, erkek nüfusunun artması = testosteron miktarının artması olacağından, “dünya yüzünde testosteron seviyesi çok arttığında savaşlar patlak vermektedir” diyebiliriz...

Taş, sopa, mızrak, ok, kılıç, tüfek, top, tank, füze derken tüm tarih boyunca savaşan insanlık küresel savaşlar ardından biraz da olsa akıllanıp savaşa karşı bir zihniyet geliştirmiş olsa da halen savaş içerisinde olan bir çok bölge var dünya üzerinde. En “medeni” olan ülkeler (Avrupa ülkeleri, Amerika, belki bizi de katabilirim...) şu anda savaşmıyorlar. (Amerika'nın yediği haltlar bambaşka bir yazı konusu) Onlar, futbol oynuyorlar!

Amerika, Avrupa ve Asya'yı vuran dünya savaşlarına bakalım. 2. Dünya Savaşı 1945 yılında Almanlar'ın kaybetmesiyle biter. En azından artık anlamışlardır, savaş kötüdür.

Peki ya futbol? Kökeni çok eskilere dayansa da 1890'larda İngiltere'de şekil alan modern futbol, 1904 yılında FIFA'nın kurulmasıyla kesin kurallara bağlanmış; 1930'da ilk Dünya Kupası, 1956'da ilk Avrupa Şampiyon Kulüpler Kupası, 1963 yılında ise Avrupa Kupa Galipleri Kupası düzenlenmeye başlanmıştır. Futbola asıl seyirci akını ise 1970'lerden sonra başlamış ve futbol dünyayı etkisi altına almıştır.

1. dünya ülkeleri savaşları geride bırakırken futbolda ciddi bir yükselme olmuştur. Elbette bu hiçbirşeyi kanıtlamaz ama insana “ortada bişiler dönüyo lan!” dedirtmekten de geri kalmaz... Futbol testosteronun yarattığı bir dünya harikasıdır! Savaşlar biterken bu boşluğu futbol doldurmuştur...

Futbolu ne kadar çok sevsem de, savaşmanın kendi doğalarının bir parçası olduğunu bilen/bilmeyen insan ırkının, tatmin etmeye çalıştıkları ilkel duygularının sonucu bu kadar yükseldiği aşikardır. “Fairplay” falan diyoruz, holiganlığa karşı çıkıyoruz, FIFA sert hareketlere karşı her sene daha büyük cezalar koyuyor ama her sene haberlerde en azından bir kaç defa “Bilmemnere stadında seyirciler birbirine girdi, hakem zorlukla kaçabildi.” şeklinde haberlere rastlıyoruz. Belli ki o anda staddaki testosteron miktarı tavan yapmıştır.

Örneğin, 1985'teki Liverpool – Juventus maçı sonrası çıkan olaylarda 33 futbolsever hayatını kaybetmiş, 1988'de Kamantu Stadı'nın çıkışları tıkandığı için 70 izleyici ölmüş, 1989'da da İngiltere Sheffield'da 95 izleyici güvenlik tellerine takılmış ve ezilerek can vermişlerdir. Testosteronun sebep olduğu temel vahşi duygularımızı futbolla tatmin etmeye çalışırken, holigan dediğimiz yaratıklar işin dozajını kaçırıp, ortalığı yeniden savaş alanına çevirmişlerdir...

Ayrıca genellikle kız nüfusunun futbola ilgisiz kalmasını da bu teoriyle açıklayabiliriz. Savaşmak, kazanmak, rekabet etmek gibi duyguları tetikleyen testosteron sonucu desteklediği takımla adeta bütünleşen bir erkek, bir kıza çok manasız gelebilir; çünkü aynı duyguları paylaşabilmesi için gerekli miktarda testosteron damarlarında dolaşmamaktadır. Buna bir de milli takımlar ve milliyetçi duygular eklenince coşagelim alır başını gider... Kızda tık yok!

Bir de sanki futbol insanları, neler döndüğünü biliyormuş gibi bir his uyandı içimde. Futbolcuların sahaya çıkarken taşıdıkları pankartlar her zaman ırkçılık, savaş, şiddet karşıtı. Sanki seyircilere “Neden burada olduğunuzu biliyoruz! Kendinize mukayyet olun!” der gibi...

Ha bunlara rağmen futbol kötü müdür? Elbette değildir. Ordularını savaştırmak yerine karşılıklı satranç oynamayı tercih eden iki kral misali, en azından acısız ve çok daha zevklidir. Söylemek istediğim, bu olan bitenler, bazı duyguları tatmin etmek için kurulmuş bir düzendir. Bu sayede futbol bu kadar yükselmiştir.

“Savaş kötüdür!” derken gözden kaçan bir gerçek, savaşı kimin çıkardığıdır. Savaşı kimin çıkardığına baktığında da asıl soru o densizin savaşı neden çıkardığıdır! Belki de tüm bunların bir kısır döngü içinde oluşu, bunların, insan denen mahlukatın dünya üzerindeki yan etkilerinden biri olduğunun kanıtıdır...

Her halükarda futbol iyidir de insan denen mahlukat ne ayaktır onu bilemiyorum...

IRKÇILIĞA HAYIR! (NO TO RACISM!)
SAVAŞA HAYIR! (NO TO WAR!)
TESTOSTERON DA BİR YERE KADAR!.. (çevirebilen varsa...)

01.07.2008 / salı / 22:46 / oda / masa / kucak üstü
/ portakal / üzüm / çikolata / muz / parasetamol / çikolatalı kahve
/ winamp / shouhcast radio / rockradio1 / scorpion - still loving you

Related Posts with Thumbnails