Wednesday, 26 September 2007

Tor Ku = Kol Pa

"Türkiye'nin 500 Büyük Sanayi Kuruluşu sıralamasında 54. sırada yer alan, Konya Şeker, Torku ile çikolata pazarına adım attı."

Yeni çikolataları "Torku" ile çikolata dünyasına yeni bir soluk getirdiler. (Göyaa...) Reklama göre "Dünyalılar gerçek çikolatayı işte böyle keşfetti." deniyor. İddialı bir reklam. Buyrun buradan izleyin reklamı öncelikle izlemediyseniz:



Şimdi "gerçek çikolata" gibi iddialı bir söz kullanıyorsan, orjinal olduğunu, benzersiz olduğunu göstermelisin değil mi? "Gerçek" herkesin ağzında olan ama aslında her ağza sığmayacak kadar büyük bir kelimedir.

Şimdi ben çikolatayı henüz denemedim. Zaten çikolata piyasasıyla da "yiyici" olmak dışında bir alakam yok. Elbet deneriz. Benim derdim reklamla.

Şimdi "gerçek" diyecek kadar cesursan, bunu öncelikle reklamda göstereceksin. Ben önce reklamı görüyorum ve çikolatan dünyanın en iyisi de olsa tadını oradan alamıyorum. E ben şimdi gerçeklik, orjinallik beklerken ne görüyorum? Göya 2 tane uzaylı karakter "yaratılmış" reklam için. Hayır efendim, hiç de yaratılmamış. Ülkemizde hep yapıldığı şekliyle "yaratmak" kısmı es geçilmiş ve "burada hazırı var" denilmiş. Yurtdışından ithal edilmiş. Hatta ithal, legal bir kelime. Basbaya araklanmış işte.

Nereden mi araklanmış? Buyrun buradan:



Bu Moby'nin "In This World" adlı parçasının klibi. Hazır böyle karşınıza çıkmışken dinleyin, izleyin. Benim çok sevdiğim parçalardandır ve ilk çıktığında klibine de bayılmıştım. O küçük uzaylıların, biz dünyalılarla iletişim kurmaya çalışması ve animasyonda bu kadar başarıyla verilebilen duygular. Harika bir iş.

Sonra ne oluyor? Bizim türkler "HURRAAA!" diyerek içine ediyorlar. İki videoyu da izlediyseniz aynen araklanmış fikir. KOLPA! Yaratıklar, ellerindeki tabelalar, animasyonların eklendiği çekimler... Sadece bizimkilerin yaratıkları, orjinallerinin yanında pek bi sevimsiz ve kahverengi.

Ben kızıyorum böyle şeylere! Üretsenize arkadaşım! Kafayı çalıştırsanıza! Nedir bu araklama durumu yani? Fikirleri bile yurtdışından getirtiyoruz.Hiç sıkamıyoruz g.tümüzü!.. Ne gönlü zengin, ne menem bi ırkmışız biz yahu?!

Durum budur. Eminim Moby'i tanıyan seven herkes bunu anında farketmiştir de ben bir reklam yazarı aday adayı olarak blogumda bahsetmezsem iki gözüm açık giderim dedim kendi kendime. (Kendi kendime ne garip şeyler diyorum ben ya?)

Öyle işte. Paylaştım bitti.

Şimdi Moby'i tekrar izleyebilirsiniz.

Saygılarımla;
fab

26.09.2007 / 00:52 / Çarşamba / Ev / Bilgisayar / Kanal D

Monday, 17 September 2007

Dünyanın En Güzel Düğünü

31.08.2007 Cuma günü İstanbul/Tarabya’da gerçekleşti. Mıstaçoğlu ve Baykul Aileleri'nin çocukları Esra ve Başbuğ kendi ailelerini kurdular. Bu mutlu günü de birlikte olabildikleri tüm sevenleriyle kutladılar…

Ben, ben olalı böyle güzel düğün, böyle güzel çift görmedim!

Oldum olası düğünleri sevmedim. Küçükken düğünlerde koşuşturup yakalamaca oynadığımız yıllar geride kaldığından beri gittiğim düğünlerin sayısı iki elin parmaklarını geçmez. “Üstüne üstlük bu sefer ev sahibiyiz, hepten sıçtık!..” demiştim içimden. Öyle fena yanılmışım ki…


Esra ve Başbuğ harika bir yemekli düğün organize etmişler meğer. Mekan, Tarabya’da TED Spor Kulübü. Açık havada, ferah ferah bir bahçe. Tarih 31 Ağustos, günlerden Cuma.

Yukarıda gördüğünüz düğün davetiyesini de bizzat ben tasarladım bu şirin çift için. =)

Ben? Ben hastayım. Hesap ettik, en son 7 sene önce, üniversiteye girdiğim yıl bu kadar fena hasta olmuşum. “Hastayım.” diyebilecek kadar yani. Babam ve annem pek kabul etmese de sık sık hastalanmayan bu bünye Bodrum tatilinin son 3 gününde okkalı bir virüse yenik düştü. Üstelik de 1 hafta sonra düğün var!

7 yılın acısını çıkarmaya gelmiş yetkili virüs heyeti Bodrum’daki tüm ehlileştirme çalışmalarına rağmen kontrol altına alınamadı. 3 günlük çaba sonuç vermediği gibi İstanbul’a yapılan otobüs yolculuğu tuz biber oldu. İstanbul’a adım attığımda artık nefes alamaz durumdaydım. Doğruca doktora gidildi. Üst solunum yolları enfeksiyonu. Bademcikler şiş, boğaz boydan boya yara vs vs. Yutkunamıyorum diye gittiğim doktor bana başparmağım kadar bir antibiyotik verdi. “Doktor, ben bunu yutabilsem burada ne işim var?” Bunun yanında arkadaşlık etmesi için 3-5 ilaç daha.

Artık düğüne 3 gün var. Ben yemek yiyemiyor, terlemekten kurtulamıyor, yerinden kalkmayı başaramıyor iken hazırlıklar tüm hızıyla sürüyordu. İşin acı yanı, Fatih’in bir takım elbiseye ihtiyacı vardı. Daha önce hiç böyle bir ihtiyaç olmamıştı…

Canım ablam İstanbul’a geldiğim Salı günü arayıp seni alışverişe götüreyim dedi ama bünyeden izin çıkmadı. Anca Perşembe günü alınabildi takım elbise, resimde görülüyor yer yer. İlk gittiğimiz yerden alıp çıksak da hiç fena olmadı sanki. Esra hanımın düğününde şık olmayacağım da nerede olacağım?..

Günlerden Cuma olmuştur bile. Bir şekilde o sabah daha bir düzgün uyandım. Düğüne kadar da dinlenirsem bu akşamı sorunsuz götürürüm dedim.

Klasik hazırlıklar:

Gelin ve yaverleri kuaförde saatler harcar, saçları bozdurup bozdurup tekrar yaptırırken biz de kendimizce hazırlandık erkekler olarak. Traş olundu, gömlekler ütülendi vs. Ve saatler 17:00’ı gösterirken evde herkes hazırlanma telaşı içerisindeydi. Geline gelinliği giydirildi, bayanlar hazırlandı, erkekler takım elbiselerini üstlerine geçirdi. Saat 17:30. Ve işte damat da gelin arabasıyla gelmişti. Gitmeye hazırız!

Yola çıkıldı. 18:30 da düğün sahipleri olarak mekanda yerlerimizi almıştık. O sırada mevcut bulunanlar gelin ve damatla fotoğraf çekildiler. Ardından kendilerini profesyonel fotoğrafçıların ellerine bıraktık. Zaten davetliler de gelmeye başlamışlardı. Hava kararmaya yüz tutarken düğün havası iyice belirginleşiyordu…

Saat 20:00 civarı gelin ve damat konukların arasına giriş yaptı. Girişlerine harika bir müzik ve tüm konukların ellerindeki parıl parıl maytaplar eşlik etti. Tüm konuklar şık ve gösterişliydi ve çiftin girişini ayakta bekliyorlardı. Görülmeye değer büyülü bir manzaraydı... =)

Gelin bembeyaz gelinliğiyle, damat şık takım elbisesiyle maytaplar kadar göz kamaştırıyordu. Alkışlarla birlikte çift açılış dansını yaptı. Açılış dansının ardından 20 küsür masanın hepsini tek tek gezmek üzere uzun bir maratona çıktılar. Tüm konuklarla öpüştüler, fotoğraf çektirdiler.

Bu masa gezme faslı nihayet bittiğinde düğünün asıl güzel kısmına gelmiştik: Oynamak! =)

Ancak ben 2-3 saatlik koşuşturma sonrasında masada zor oturuyordum. Yerimden kalkacak halim bile yoktu ve “Acaba düğün 12’de biter mi?” diye planlar yapmaktaydım. Birkaç lokma yemek yeme girişimim başarısızlıkla sonuçlanmıştı bile.

Sonra üstüme bir güç geldi! Dedim ki, “Oradaki dünya güzeli gelin benim ablam! Burada böyle oturmam yakışık almaz!” Tabii bu gaza gelme durumunu ablamın Amerika’dan getirttiği ağrı kesici-ateş düşürücü ilaçla da desteklemem gerekti ama sonunda ayağa kalkmayı başarmıştım. Ufak ufak oynamaya başladıktan sonra fark ettim ki, oynarken acı daha az hissediliyor. Tahmin edeceğiniz üzere, gece boyunca çok az yerime oturdum. =)

Hayatımda bu kadar çok eğlendiğim bir gece hatırlamıyorum diyebilirim. Bizim gençler masasıyla tozuttukça tozuttuk ortalığı. Zaman zaman piste dağılıp bu enerjimizi diğer büyüklerle de paylaştık. Artık öyle bir eğlenme moduna girmiştik ki ne çaldığının bile bir önemi yoktu.

Bu sırada oynak gelin ve damadımız da boş durmadı tabii ki. Gece boyunca onlar da hiç oturmadan oynadı ve bu harika düğünün tadını sonuna kadar çıkardılar. Birbirlerine ne kadar yakıştıklarını, ne kadar mutlu olduklarını herkese gösterdiler.

Saatlerce dans edip yorgunluk bedenlerimizde kendini gösterdiğinde saatler gece yarısını çoktan geçiyordu. Düğün 01:00’da sona erecekti. Son misafirler de ayrıldıktan sonra düğün sahipleri olarak mekandan çıkmamız 01:30’u buldu.

Gelin, damat, anne, baba, kardeş, konuklar… Herkes mutlu ayrıldı geceden. Bu düğünün ilklerinden biri de, hiç kavga çıkmamış olmasıydı. İçip içip birbirine giren birkaç konuk neredeyse adetten sayılmasına rağmen bu düğünde hiçbir negatif olay yaşanmadı.

Bu güzel düğün, “Dünyanın En Güzel Düğünü”, umarım bu harika çiftin önlerindeki ortak yaşamlarının küçük bir provası olur. Hayatlarındaki her şey bu kadar düzgün, bu kadar şık, bu kadar kaliteli ve bu kadar keyif verici olur.

Allah onları bir yastıkta kocatsın. =)

İkinizi de çok seviyorum.

Kardeş ve kayınço;

fab

03:00 / 14.09.2007 / bilgisayar / ev

resim 1: fab (davetiye)

resim 2: dijital makinamız =)

resim 3: semra

resim 4: fab

resim 5: büşra

resim 6: büşra

resim 7: semra / değişiklikler: özo

Sunday, 2 September 2007

Abdullah “Cumhur” GÜL

İroni nedir arkadaşlar?

Türk Dil Kurumu’nun internet sitesinde bu söz için “1. Gülmece. 2. Söylenen sözün tersini kastederek kişiyle veya olayla alay etme.” deniyor.

Hemen Ekşi Sözlük’e bakıyorum sizin için. Orada da “kastonulan seyin aksini soylemekten ibaret bir cesit kinaye; insana alay gibi gelen tesaduf” şekline güzel bir yorum gözüme çarpıyor ilk sıralardan. (yazar: cle)

Gerçek hayatta nasıl bir şeydir ironi? Nasıl örneklenir? Mesela zamanında tüm memlekette tütün ve alkol içilmesini yasaklayan delikanlı Padişah 4. Murat’ın sirozdan ölmesi ironiktir. Arkadaşlarımla sürekli olarak kullandığımız şekliyle “şaka gibi”dir. Ölüm karanlık bir kavram olsa da bu haliyle neredeyse komiktir. İroni ya da Türkçe’de muadili olabilecek olan tezat kavramları bir çeşit kara mizah temsilcileridir. Hali hazırdaki tesadüf öyle bir hal almıştır ki “yok artık” dedirtir…

Peki şu son birkaç gündür elimizdeki en ironik olay nedir? Hatta buna ironi2 bile diyebiliriz. İroninin karesi. Duble ironi. Hatta triple belki?..

Tabii ki bu olay taze Sayın Cumhurbaşkanı’mız Abdullah GÜL’den başkasına ait değildir.

Yazının başlığı olan Abdullah “Cumhur” GÜL’ü ben tamamen “ironi” teşkil etmesi için yazmıştım. Sonra Sayın Reisicumhur’umuzun çocukluğundan itibaren geçmişini okurken öğrendim ki Abdullah GÜL’ün 2. adı gerçekten de “CUMHUR”. Hatta kendisi 29 Ekim 1950 tarihinde, bir Cumhuriyet Bayramı’nda doğmuş!.. Araştırmaya başlamadan önce yazıya ironi kavramıyla başlayacağımı biliyordum ama böyle bir silsile de beklemiyordum doğrusu. Tamamen kendi kendime uydurduğum “Cumhur” isminin Sayın Cumhurbaşkanı’mızın gerçek ismi oluşu ve kendisinin doğduğu tarih beni kaderin cilveleri üzerine derin düşüncelere itelemiştir.

Kendisinin geçmişi de beni oldukça şaşırtmıştır aslında. Okumak isteyenler şu linki kullanabilir:
http://www.aksiyon.com.tr/detay.php?id=27300

Ancak bu şaşırtıcı bilgiler haricinde benim bahsetmek istediğim başka bir ironi mevcuttur. Bu ironi öyle battal boy bir ironidir ki ülkenin kaderini elinde tutmaktadır. Bir çok şeye ışık tutarak hemen her yerin karanlıklar altında kaldığını göstermektedir.


Pek Sayın Cumhurbaşkanı’mız Abdullah “Cumhur” GÜL’ün 1995 yılında Refah Partisi Genel Başkan Yardımcısı iken İngiliz The Guardian gazetesinde Jonathan Rugman ile yaptığı röportajda “Cumhuriyet döneminin artık sonu geldi.” diyerek Cumhuriyet rejimine ne derece bağlı olduğunu açık açık dile getirmiştir. The Guardian gazetesinde yer alan haberde düşülen notta "Refah Partisi Genel Başkan Yardımcısı'nın Cumhuriyet'e karşı tavır koyan sözlerinin, hiç bir yanlış anlamaya neden olmayacak kadar net ve doğrudan olduğuna" dikkat çekilmiştir.

28 Kasım 1995 tarihinde POSTA gazetesinde ÜRPERTEN İTRAF başlığı ile manşetten verilen haberde Abdullah Gül "Türkiye'de Cumhuriyet'in sonu geldi. Kesinlikle laik sistemi değiştirmek istiyoruz." sözlerine de yer vermiştir.

İÜHA (İstanbul Üniversitesi Haber Ajansı) internet sitesinden edindiğim 02.05.2007 tarihli bir haberde o dönemde The Guardian gazetesinin Türkiye muhabiri olarak çalışan Jonathan RUGMAN Abdullah GÜL’ün inkar ettiği 27.Kasım.1995 tarihli röportajın arkasında durarak “Gül, ‘Laik devleti yıkacağız’ demedi, fakat inkar etse de, ‘cumhuriyet döneminin sonu gelmiştir’ ifadesini aynen kullandı.” demiştir.

Şimdi…

İroni neydi arkadaşlar?

Cumhuriyet hakkında bu şekilde düşünen bir şahsın “Cumhurbaşkanı” olması ironilerin şahıdır, babasıdır, kralıdır! Bu olay tam anlamıyla “şaka gibi” dir. Açıkçası “gülmekten ölesim” gelir. Tüm ülkeye yapılmış kocaman bir şakadır bu. Küçükken ensemize tokadı yapıştırıp “ensen açık kalmış” diyerek kahkahalarla gülen mahallenin daha büyük ağabeyleri gelmektedir gözümün önüne. Benden daha büyük olmayı hak etmemektedir ama maalesef öyle gözükmektedir.

Ve maalesef ki ben gerçekten ensemi açık bırakmışımdır. O tokadı hak etmişimdir. Ey güzel memleketim. Ensene okkalı bir ironi tokadı yemek istemiyorsan o enseyi kapamayı biraz olsun öğren olmaz mı?...

Şimdi; ironi neymiş arkadaşlar?..

02.09.2007 / 12:13 / pazar / ev / bilgisayar / franz ferdinand – matine

kaynaklar:
http://www.denizticaretgazetesi.com/index.php?haber=4828

http://www.flickr.com/photos/kanzuk/474431274/

http://www.istanbul.edu.tr/iuha/?page=template-news/detail&int_Id=833

Related Posts with Thumbnails