Olaylar planladığımız gibi gitmediğinde mutsuzluğumuz ve negatif enerjimiz her şeye yansıyor. Aslında herşey kötü gitmiyor ama biz öyle hissediyoruz. Sanki içimizdeki bir düğmeye bağlı herşey. Birşeyler düğmeyi çevirdikçe hayatı görüşümüz karanlıktan, aydınlığa, siyahtan, toz pembeye doğru değişiyor. (Pembeyi de hiç sevmem de, lafın gelişi...) Ve gene aslında tek değişen biziz. Dünya kendi ekseninde hiç sapmadan dönüyor ve sadece biz olayları farklı algılıyoruz. Matrix'teki "kaşık aslında yok" repliği de bu yüzden favorim. Filmin o sahnesini hatırlayan var mı? Küçük bi çocuk, Neo'ya beyin gücüyle kaşığı bükmesini öğretiyordu, kahinin evinde. Çok kolay aslında. Kaşık yok. Kaşık bükülmüyor aslında, sen ona doğru bükülüyorsun…
Ne olduğunu ve nelerden oluştuğunu hala tam olarak anlamlandıramadığımız bir evrende yaşıyoruz ve göreceli olarak tek gerçek biziz. Bir evrenin içindeki noktalarız ve herkes kendi içinde ayrı bir evren barındırıyor.
Yani mevcut gerçekliği, inandıklarımızı aslında biz yaratıyoruz. Gerekli etkiler uygulandığında çiçekler daha renkli, güneş daha parlak gelebiliyor bir anda. Kendi gerçekliğimize değil de tek bir gerçeğe bağlı olsaydık, iki kişiden biri mutlu, biri mutsuz olamazdı aynı anda. Bu bireyselliğimizin bir parçası... Hiç kimse birbirinden bağımsız değil ama iç dünyası da o denli ayrık ve özerk. Aslında herşeyin aynı anda olup bittiği koskoca bir kürenin üzerinde yaşıyoruz ve hepimiz bir şekilde bu bütünün bir parçasıyız ama iç dünyamızdaki farklılık, bize dünya üzerindeki bu çesitliligi sunuyor.
Gelelim bütün bunların nereden çiktigina. Belki “ne saçmaladığımı” anlatabilirim.
Benim vize başvurum. (Evet gene döndük dolaştık geldik buraya! Tüm felsefik çıkarımları yapacağım ben bu konsolosluk konusuyla!) Benim vize başvuruma iki farklı açıdan bakalım:
Birincisi benim açım. Ben İsveç ve Hollanda’ya tatile gideceğim için kendimi çok mutlu hissediyorum olayın başında. Sonra Schengen vizesi almam gerektiğini farkediyorum. Önümde 12-13 gün var. “Sıçtık” diyorum! Etraf karanlık o anda. Sonra bakıyorum, araştırıyorum, bi gaza geliyorum arkadaşlarımla konuştukça. Bir cuma günü kalkıp Londra’ya gidiyorum direkt! Diyorum “Yapabilirim!”. Işıl ışıl ortalık! Bütün gün orada bekliyorum, belki randevusuz alırlar başvurumu diye ama sonuç yok. Yarım İngilizce’mle kendimi acındırmaya çalışıyorum falan olmuyor. Umutsuzluk geri geliyor. Karanlık baskın çıkıyor. Aldığım randevu ayın 3’üne, benim uçmam lazım ayın 7’sinde... Tek günde almak zorundayım vizeyi, bana geri postalayacakları zaman yok. Randevudan önce gene moraller yükseliyor. Konuştuğum insanlar “ben tek günde almıştım, sen de alırsın...” falan diyorlar. Gene bi gaz, “Tabi alırım!” demeler. Gitmeden 3 gün önce konsolosluğu ararsın randevunu kontrol etmek için, randevunu bulamaz telefondaki kız. Gene döndü içindeki düğme diğer tarafa. Karanlık çok derin. Yeni randevu alacak zaman yok, randevusuz vize yok. Tamam bittim ben! Biletleri de aldık bi önceki gazla! Kalkar o karanlığın içinden konsolosluğu basmaya gidersin. İçinde fırtınalar kopmaktadır. Kavgaya hazırsın. Kadına sorarsın randevunu ve kadın 5 dk sora gelir, “Evet randevunuz 2 gün sonra.” der. Sen sıkılı yumruklarınla kalakalırsın. Kadın içindeki düğmeyi çevirmistir diğer tarafa. Işıl ışıl çıkarsın konsolosluktan. Randevudan bi gün önce gökkuşağı görürsün. “Tamam,” dersin “işte bu işaret!” Ve gider alırsın vizeyi. Tatil yapacaz diye çektigimiz işkenceye bak di mi? Kabus gibi bir 10 gün... Karanlık, aydınlığın ensesine vurup kaçıyor; aydınlık, karanlığa çelme takıp düşürüyor...
Şimdi bir de konsolosluktaki kadın açısından bakalım olaya. Bir cuma günü bir genç gelir randevusuz. İngilizce bişiler geveler. “Alamayız.” der, gönderirsin. Ertesi hafta aynı genç tekrar gelir, randevusunu sorar. “2 gün sonra.” der, gönderirsin. 2 gün sonra çocuk randevuya gelir, evraklarını inceler, bir kaç soru sorup sıkıştırır, biraz beklettikten sonra verirsin vizesini. Yüzünde garip bir şaşkınlık ve gülümsemeyle gider çocuk...
Hepsi bu! Bu kadar! Diğer tarafta hiç bi değişiklik yok. Sen ne yaparsan yap aslında hiç değişmedi. Pozitif düşünceye ve onun gücüne inanıyorum ama aslında bütün o kabus benim içimdeydi. Hepsi bu! Senin dışında tamamen güçsüz ve anlamsız. Senin içindeyken tüm dünyayı kaplayabiliyor. Hepsini biz yaratıyoruz...
Sadede geleyim. Demek ki bu moral iniş çikislari, kendini kötü hissetmeler bizden kaynaklanıyor. İçimizde çok basitçe bir düğme var ve dışardan gelen etkilere çok açık. Ota boka dönüyor düğme bir taraftan diğer tarafa. Ama biz elimizi uzatıp çeviremiyoruz onu istediğimiz yöne. Belki de sadece bunu anlamadığımız için? Belki de bunu yapabilecek gücümüz vardır ama biz bilmiyoruzdur...
Belki de zaman zaman kötü hissetmeye ihtiyacımız vardır ve o düğme sürekli aydınlık tarafta kalmamalıdır. Aksi takdirde güneşin daha parlak, çiçeklerin daha renkli olmasının bir anlamı kalmazdı belki de... Herşeyde bir dengeye ihtiyacımız olduğu için o düğme var belki de...
Belki öyle, belki değil! Bir düğme var orada! Ama bence siz gene de anlamadığınız şeyleri kurcalamayın bilip bilmeden. N’olur, n’olmaz...
Yazı başlangıç: 3 Nisan - London - Hyde Park - Konsolosluk sonrası - Cepte Schengen Vizesi
Yazı bitiş: 15 Mayıs - Mayfield - ev - çalisma odası - tatil bitmiş, fotoğrafları feysbuka konmuş bile...
resim: fab
15.05.2008 / perşembe / 14:07 / Mayfield / ev / çalışma odası