Çok güzel bir animasyondu. Espriler yerindeydi, hayvanların karakterleri doğal hayatlarına çok iyi oturtulmuştu. Eğer bir hayvan severseniz, hemen ilişki kuruyorsunuz ekrandakilerle...
Animasyon filmleri severim. Ayrıca Stuart Little, Ratatouille gibi fare kahramanların başrol olduğu filmler de hep favorimdir. Çok akıllı ve sevimli oldukları için heralde, çok severim fareleri. Bir biyolog olarak da reddetmişimdir okulda fare kesmeyi. Dersten 5-10 dakika önce giderdik laboratuara bazen Pınar'la. Kafesteki beyaz yaratıkla ilişki kurmak için fazlasıyla yeterli bir süre...
Ve bu filmi izlediğim gecenin sabahında, dolaptaki fare kapanında, günlerdir dolaptaki kuru gıdayı tırtıklayan fareyi bul...
Bir an "Belki sadece sıkışmıştır. Götürüp ormanda serbest bırakırım." diye düşündüysem de sonuna kadar açılmış simsiyah gözler öyle olmadığını yüzüme yüzüme vuruyordu... Kapanla birlikte dolabın dip tarafına gitmişti. Acaba kaçmaya mı çalışmıştı yoksa herşey çok çabuk mu olmuştu? Sadece yakalandığı andaki hamleyle mi gitmişti oraya kadar? Mısır gevreği kutusunun ilerisinde yüz üstü yatıyordu işte. Tam ensesinin arkasına inmişti kapan. Belli ki omurgası kırılmıştı. Gri kadifemsi tüyleri parlıyordu. Herhalde pis yerlerde işi yoktu. Belki de uzun süredir burada bizle yaşiyordu. İşaret parmağımın uzunluğundaydı ve bundan daha uzun bir kuyruğu vardı. Dümdüzdü kuyruk, bana doğru uzanıyordu. Kapana kısılan kafası da geriye doğru dönmüştü, sanki bana bakıyordu. Belki son anda durumu anlamış, bizim yaptığımızı anlayarak dolabın kapağına doğru son bi bakış atmıştı karanlıkta bilinçsizce, kapan ensesine inerken...
Gri, kadife gibi tüyleri vardı. Tıpkı o animasyonlardaki gibi de şirin bir yüzü. Simsiyah, zeki görünen gözler ve küçük bir burun. Küçücük pembemsi ayaklar...
O animasyonları seviyorum çünkü hayal ürünü oldukları kadar gerçekler de! Evet Ratatouille gibi bir şef olamaz bir fare ama hikayedeki ana fikir gerçek: Yemek bulmak. Tek derdi buydu. Filmin başinda da söylüyordu hatta. "Paris'te heryerde güzel yiyecekler bulabilirsiniz. Sadece bu biraz tehlikeli..."
Oturup çocuk gibi "Onlar sadece yiyecek bir şeyler arıyordu. Biz onları öldürüyoruz." falan demek istemiyorum ama kapanla birlikte kaldırdığım minik farenin taş kesilmiş vücudu da gözümün önünden gitmiyor! İncecik kuyruğu bile bir çubuk gibi dimdikti. Biyolojik olarak ölüm sertliği dediğimiz şey. Kaslar öldükleri zaman bir daha açılmamak üzere kilitlenirler... Bu ölüm! Ve biz sadece yemek arayan bir hayvanı öldürdük! Ölüm çok kolay, zor olan yaşamak...
Hayatta kalmak için birbirini avlayan hayvanları anlayabilirim. O aslana yemek olan geyik de çok tatlı bakıyordu ama ihtiyaç duyduğumuz bir döngünün parçası hepsi. Peki ya dolabımda ölen fare? Neden öldü? Etinden, derisinden yararlanmayacağıma göre? Sadece sınır ihlali! Vize alma konularına bu kadar takıntılı olan benim için ne kadar ironik değil mi? Hastalıktan korkmamız da buna bir etken ama bunların biraz daha üzerine çikip bakacak olursanız, aynı bölgede yaşayan canlılarız sadece. "Avrupa'ya giderken neden vizeye ihtiyacım var?" diye hükümetlere çıkışıyorum ama sınır ihlali için bir fareyi katlediyorum...
İroniler arka arkaya dizildi gene. Evden yiyecek aşıran bir grup hayvanın konu edildiği bir film izliyorum dün gece ve sabahında evimde aynı durumdaki bir fare ölüyor. (Filmdekiler daha şanslıydı...) Sadece gezmek, görmek için "İstediğim yere giderim, ne vizesi ya?!" diyorum ama yiyecek arayan bir fareye müsamaha göstermiyorum...
Resmin tamamına bakamadığımız hissini uyandırıyor bu tip olaylar bende. Söylediklerimizle yaptıklarımız birbirini tutmuyor. Önümüzde AKM'nin ön duvarı büyüklüğünde bir resim var ve biz 10 cm mesafeden hepsini görmeye çalışıyoruz. İşin kötü yanı gördüğümüzü de sanıyoruz. Görebildiğimiz kısım binde bir, milyonda bir. Belki en aydınımız yüzde birini görebiliyor...
Bu çok küçük bir örnekti ve buradan çıkarımla çok derin ve felsefi bir konuya dalış yaptım belki ama bunların da hepsi bir bütünün parçası sadece. "Parçalanıyorum" yazımda da dediğim gibi bir bütünün parçası olduğumuzun farkında değiliz. Farkına varamıyoruz! Ve tüm sorun da burada. Gözlerimizin önünde yatıyor. Biz ısrarla göremiyoruz, göremiyoruz, göremiyoruz...
Filmin başında hayvanların kış uykusundan uyandığı ve yaşadıkları geriye kalan küçücük orman parçasının etrafının bahçe duvarıyla çevrildigini gördükleri bir sahne var. Uyanıyorlar ve ne olduğunu anlayamıyorlar. Yüksek sıkı bir çalılık. Ne olduğunu anlamadıkları için ona Steve adını veriyorlar ve ondan korkuyorlar. Filmi izlerseniz o sahneye iyi bakın. Bence insanlık olarak da aynı durumdayız... Filmin adı da oradan geliyor zaten: Over the Hedge. Bizimkiler "Orman Çetesi" diye çevirmişler Türkiye'de ama "Duvarın Ötesi" gibi bir anlamı var aslında...
Bizler filmdeki insanlarız ve çok karmaşık ve teknolojik görünen hayatımızda bazı şeyleri anlamadığımız çok açık. Filmde de bu duygu çok iyi verilmiş. Biz filmdeki insanlarız ve o filmde insanlar başrolde değil. Çok geniş bir oyuncu kadrosunun parçasıyız sadece. Bunu da anlamıyor ve kabul etmiyoruz!
Tüm insanlık olarak oturmuş, hayvanlarla ilgili bir animasyon izleyip "canım ne tatlıııı" gibi söylemlerde bulunuyor, ertesi sabah filmde hayvanları öldürmeye çalışan deli kadın oluyoruz. İşin kötüsü bunu da farketmiyoruz!
Hep beraber oturmuş film izliyor ve anladığımızı söylüyoruz. Ama hiç bişi anlamıyoruz. Tüm söylediklerimiz lafta kalıyor. Hepsi laf, boş laf...
Cümle alem film izliyor, hepsi bu!..
01.04.2008 / salı / 13:05 / kucak üstü / çalisma odası / fingal house
/ radyo - southern fm
/ bardakta su - çöpte ölü fare
NOT 1: Yazıyı yazdıktan sonra 9 günlük bir tatile gittim. Döndüğümde fareyi yakaladığım dolabın tamamen talan edildiğini gördüm. Neredeyse bütün yiyeceklerin kapları parçalanmış ve bazılarının tamamı yenmişti. Dolabın her tarafındaki fare dışkılarıysa ayrı bir macera. Tabii bu olanlar beni çok sinirlendirdi ve yukarıda bahsettiklerimle çeliserek kapanı kendi elimle kurdum 1 saat süren dolap temizliğinin ardından. İnsan ve avcı tarafım ağır bastı sanırım. Ama bokunu çıkarmış yani! Görmeniz lazım! Kapanı kurdum, bekliyorum... (21.04.2008)
NOT 2: Dolabı temizleyip, kapanı kurup, NOT 1'i yazdıktan 7 saat kadar sonra mutfak masasında oturmuş Türkiye'ye göndermek üzere aldığım kartların arkasını doldururken arkamdaki dolaptan bir ses geldi. Bişi düştü sandım önce ama çok sürmedi sabah kapanı kurduğum anın gözümün önüne gelmesi. Sesler devam ediyordu, sanırım kaçmaya çalisiyordu. "Hayır yaa!" diyerek kapağı açtım. Orada duruyordu. Simsiyah gözleri kocaman olmuştu. Boynundan yakalanmıştı ve ayaklarıyla çirpiniyordu. Kapanı kaptığım gibi dışarı çıktım. "Ölme! Ölme! Ölme!" diyerek sokağa vardım. Kapanı serbest bıraktım. Yere düşüp kaçmasını umuyordum ama artık çok geçti. Öylece düştüğü yerde kaldı. "Uyan! Uyan! Uyan!" diye kapanla dürttüm bir süre çaresizce. Bir fare daha ölmüstü. Sabahki avcı ruhumu artık hissedemiyordum. Toprağın üzerine koydum kaldırıp. Diğerinin aynısıydı görüntüsü. Bi önceki için yapamadığım cenaze törenini onun için yaptım. Sığ bir mezar kazıp yanına bir sopa diktim ve ucuna da bir salyangoz kabuğu taktım. Şimdi mutfağımın penceresinden her bakışımda görebiliyorum mezarını... Farelerin ölmedigi bir dünya istiyorum!.. (21.04.2008)
(22.04.2008)