Sunday, 30 March 2008

Akla Düşen Düşünceler No: 20080330 (İngiltere)

  • Ben böyle rüyanın mnakoym e mi? İngiltere'de Au Pair olabilmek için vize başvurusu yaptım Ankara’da, geri dönüyorum. Gece otobüste uyumuşum. Artık nasıl kafaya taktıysam, rüyamda pasaportumun geldiğini görüyorum. Vize vurulmuş mu derken ne göreyim? Pasaport açık, vizenin vurulacağı sayfa dimdik duruyor ayakta. Masa üstü takvimi falan gibi bişi sanki. Vize sayfasının üzerinde de nal kadar bi asma kilit! Bi de biletiniz satıldı diyo altında. Benim uçak biletimi de başkasına satmışlar. Artık bilinçaltı nasıl allak bullak olduysa? Güya benim gelmemem için her yola başvurmuş, pasaporta kilit vurmuş adamlar. Rüyalar tersine çıkar demek istiyorum. Bir de nasıl gümbür gümbür geliyorsam artık, adamlar üst düzey güvenlik önlemleri almış. Sevinmem lazım sanki biraz. Hani Çin Seddi, Çinliler’in azmini gösterdiği kadar, Türk’ün saldığı korkuyu da temsil eder ya? Onun gibi. (Biraz züğürt tesellisi mi oldu ne?) Gerçi rüyada böyle düşünmüyorum. “Dava edicem şerefsizleri! Tazminat davası açıcam! Hakarettir bu!” falan diye bağrınıyorum. Otobüste aynı sinirle uyandım. Muavin yakınlarda falan olsa tartaklıcam nerdeyse. Nal gibi asma kilit yaa! Metalik, parlak, İngiliz işi böyle. Gözümün önünden gitmiyo şerefsizim! (Ama şu an 1 aydır İngiltere'deyim ve bu yazıyı İngiltere'den yayınlıyorum, ironiye gel! Eheuheuheheu diye gülmekten kendimi alamıyorum. Tüm bu resimleri ben çektim ehuhehehuehhe!)

  • Londra'da, Oxford Street'de yürürken 73 no'lu otobüsü görmem ve "Aha Florya otobüsü!" diye atlamam... (73 Florya mıydı, Şirinevler Metro muydu yav?..)
  • Buraya ilk geldiğim hafta Royal Tunbridge Wells'de Westfield isimli büyük bir alışveriş merkezi zincirine ait Royal Victoria Place alışveriş merkezine gitmiştim. Çok şik ve güzel bir mekan. Bir sürü büyük mağaza ve cafe var içeride. Ayrıca burada yürüyen merdivenler de çok zevkli! Çünkü dişi nüfusun büyük çoğunluğu dekolte giyinmeyi seviyor! =)
  • Burada otobüsler ve trenler zamanında geliyor! Tabeladaki saatleri görmeniz lazım. 13:10, 14:40 falan değil. 12:06, 13:17 şeklinde. Dakikası dakikasına! Ve geliyor da otobüs. Çok acayip! Hem Londra'dan da bahsetmiyorum otobüs derken. Mayfield ve bu civardan bahsediyorum. Buralar East Sussex olarak geçiyor aslında. Taşra yani. Gel gör ki deli gibi pahalı. Buradan Çapa-Taksim kadar bir mesafedeki Royal Tunbridge Wells'e gidiyorsunuz; gidiş dönüş otobüs bileti 5 pound! 12-13 Lira yani. 12-13 Lira'ya ben tüm İstanbul'u gezerim, boğazda tur da dahil. Çapa-Taksim arası otobüs 1,30 Lira, dolmuşlar da 1,85 Lira idi ben bıraktığımda. Yani 8-10 kat daha pahalı burada yolculuk. Zira Londra'ya giden trenler de öyle. Hava alanından Piccadily Circus'a yaptığım ilk metro yolculuğumda Oyster Card alıp 7 pound falan ödemistim sanırım bilet için. Geçenlerde de "Young Trail Card" dediklerinden aldım, içine 10 pound koydum, istediğim kadar gezebiliyorum tüm gün. Çok kullandıkça kar edebiliyorsunuz biraz ama gene de epey pahalı. Bilmek, ögrenmek gerek. Yoksa elin gavuru gözünün yaşina bakmıyor...
  • Mayfield, High Street'de yürüyorum. Baktım amcanın biri büyükçe bir arabayı iki arabanın arasına park etmeye çalisiyor. Bir ileri, bir geri. Aklıma ne geldi dersiniz? "Gel abi gel, gel, gel, gel! Sağlı gel, sağlı! Gel öyle! Gel serbest burası gel! Gel, gel, gel, gel, hooop! Tamam topla şimdi, topla, topla, topla, topla..." Ehehehehe! Şu Türkler yok mu? Çılgın Türkler! =)
  • Schengen Vizesi almak için İsveç (Sweden) Konsolosluğuna, Londra'ya gittim. Elimde maps.google'dan harita çıktıları. Neyse vardım sokağa. Bir an elimdeki adresin olduğu yerde Switzerland Embassy tabelasını gördüm. 2 gündür bu hatayı yapacağım günü bekliyordum zaten. Stokholm'e gideceğim aslında. İyi de Stokholm neredeydi? Sweden, İsveç mi demek? Peki İsviçre? Hangisi Schengen ülkesi? Switzerland neresi öyleyse? Hangisinin futbol takımı iyiydi? Henrik Larsson nerede oynuyordu? Bayraklardan hatırlasana oğlum!

Neyse bu kafa karışıklığıyla gittim sonunda kapıya, adres doğru sonuçta. Herhalde ben isimleri karıştırmıştım. Zaten coğrafya bilgisi berbat, doğal yani. Switzerland olmalı benim gideceğim yer. E iyi de onlar Schengen'e üye değil? Ben Schengen'e başvurmak için evrak topladım! Çok fena sıçtım! E hostel ayarladık bi de? Ya da sadece yanlış adrese geldim. Hassiktir diğerini nasıl bulcam şimdi? İnternet de yok?!

Her gıcık konsolosluk gibi kapı kilitli. Ben kapıyı zorladıktan ve ulan napcam acaba diye etrafıma bakınırken bir ses peydah oldu: "Mey ay help yu?" "Ne istiyosun?" diyo heralde. "Şengen mengen" dedim. "Biz tanımayız, bilmeyiz." dedi. Yaa aslında hakkını yemiyim, sesin sahibi çok iyi biriydi. "Ben bi isim hatası yaptım galiba?" dedim. Bana "Sividişe mi gitcen sen?" dedi. Ben de "He gurban." dedim. "Caddeyi geç, sağa dön, 15 m yürü." dedi. Meğer 2 bina karşi karşiyaymış! Ben doğru haritayı çıkarmışım ama köşeyi dönünce küçücük bir tabelası olan İsveç konsolosluğunu es geçip, ilerideki İsviçre Konsolosluğuna gelmişim. E karışma potansiyeli bu kadar yüksek iki ülkenin konsoloslukları karşi karşiya konur mu? Bence bilerek yapıyorlar! Akşam iki konsolosluğun güvenlikçileri "bugün ne şaşkolozlar geldi bi bilsen" diye hikayeler anlatıp kahkahaları patlatıyorlardır en yakındaki pubda biralarını tokuştururken...

  • Burada bir beğendiğim olay da pub kültürü. Küçük-büyük, lüks-salaş her çesit pub var. Genelde gidip bira içtiğin rahat mekanlar. Herkes sohbet muhabbet. Bazılarında çok başarılı ve geleneksel yemekler de var. Mayfield başlıklı yazıda bahsetmiştim The Middle House'tan. Bir de dikkat ettim, isim olarak şunun kolları, bunun kolları tanımlamaları çok kullanılıyor. Mesela Carpenters Arms (Marangozun Kolları), Blacksmith Arms (Demircinin Kolları) gibi. Hani kollarıyla sizi sarıp sarmalar gibi, sıcak bir ortam. E öyle de hakikaten. Burası İngiltere olduğu için pubda insanlarla maç izlemek çok keyifli. Bira fiyatları da gayet iyi. Tuttum ben bu pub olayını. Bizim meyhane ortamını aratmıyo işte... Üstelik sadece erkeklerle dolu değil! =)
  • Fatih Mıstaçoğlu, İngiltere'den bildirdi! Saygılar, sevgiler, patlıcanlar Türkiye!
30.03.2008 / pazar / 22:30 / kucak üstü / fingal house / mayfield
/ heineken - cherry domates
/ björk - isobel


resimler: fab

Monday, 24 March 2008

Reklam Giyilir mi?

“ReklamGiy, öğrencilerin öğrencilik hayatlarını etkilemeksizin para kazanabilmelerinin en iyi yoludur...”

İşte herşey böyle başladı... =)

2003’ün sonları. 2003-2004 okul sezonu başlamış. Yani benim okuldaki son senem. 2 sene Rumeli Hisarı Konserleri’nde çalıştıktan sonra yapacak bişiler aranıyorum. O zamanlar, ortada olmayan bir işi yapabilecek, yaratabilecek bir gücümüz olduğunu bilmiyorum. Ama aranıyorum. Resmen ortalıkta aranıyorum. Ve belam beni buluyor!..

Bu arayışımın bilincinde olan kuzenim ICQ’da “bizim okulda bi çocuk var, değişik bi fikri var, istersen bi konuş" diyo. Bana ICQ numarasını veriyo. O zamanlar ICQ kullanılıyo...

Alıyorum numarayı, ekliyorum. Ve işte böylece M.Deniz OKTAR hayatıma giriyor! Fikri kuzenimden ilk duyduğumda “aa ne salak şey o öyle?” diyorum. Gülüyorum da! Sırf merakımdan ekliyorum Deniz’i. “Öğrencilerin tişörtlerine reklam mı alınırmış yav?”

Deniz’in yüksek ikna kabiliyetiyle ilk konuşmamızda tanışıyorum. Saçma bulduğum fikrinin esaslarını ve dayanaklarını duyunca çok hoşuma gidiyor. Sonunda aradığımı bulmuştum!

Deniz bana öğrencileri organize edebileceğimizi, zaten öğrencilerin her zaman üzerlerinde, giydikleri markanın reklamını taşıdıklarını, bunu yaparak okuldan hiç ayrılmadan para kazanabileceklerini anlatıyor. Firmaların, tanıtım yapmak için okula tonla para vereceklerine, öğrencilere destek olan ve öğrenciden-öğrenciye tanıtım yapan bir organizasyona neden sıcak bakabileceklerini açıklıyor.

“Tamam” diyorum. “Bunu bizim okula taşırım ben!” Cesarete gel!..

Ama bu cesaret doğal. O sıralar aslanlar gibi iki dayanağım var okulda. Biri en yakın arkadaşım Serçin YAZICI, diğeri de o sene bizim okulda 1. sınıfa başlayan ve benim gibi yeni birşeyler aramakta olan Burcu YONGACI. (ki zamanla en yakınlarımdan olacaktı kendisi...) Hep söylemişimdir: “Burcu’nun tüm o pozitif enerjisiyle bizim okula gelişi çok şeyi değiştirdi benim için ve ileride yapacaklarımız için...”

Bu arada ilk ICQ konuşmamızda Deniz beni kuzenimin erkek arkadaşı sanıyor, o yüzden ters ters cevaplar veriyor, "bizim okula taşırız bunu" dediğimde “yok biz büyümicez daha” falan diyor, çünkü aslında kendisi o sıralar kuzenime sarkıyor. =D

Böylece bir araya geldi ReklamGiy’in efsanevi dörtlüsü! (Tamamen objektif olmaya çalışıyorum. =P) Daha önce de bir çok kez dile getirdiğim üzere, işin sırrı bu dörtlüdeydi bana göre. Farklı yeteneklerde 4 kişi bir bütünü oluşturuyorlardı bir şekilde. Fikir babası ve daima radikal fikirlerin kaynağı Deniz canlısı, sosyalist tavırlarıyla öğrencilerin ve sosyal amacın koruyucusu ve organizasyon sorumlusu Fatih kişisi, müthiş insan kaynakları becerisi ve onu “devlet gibi hatun” diye tanımlamamıza sebep olan şaşırtıcı bağlantılarıyla Burcu hatun ve hiç kimsenin bulaşmak istemediği para konularında büyük patron olmayı başarabilen, “tüccar kafası var sende” dediğimiz Serçin insanı...

He bugün Deniz’e sorsanız “nasıl başladı bu hikaye?” diye, size benim milyonlarca kez duyduğum “Ben birgün tuvalette otururken...” diye başlayan bir hikaye anlatmaya başlayacaktır. =) Ondan da bahsedeyim:

Bu Deniz canlısı bir gün tuvalatte gazete okumaktadır ve "her Türk gibi" aklına müthiş bir fikir gelir! Bir fuarda tişörtünün meme kısmına denk gelen bir intel logosuyla tanıtım yapmakta olan mankeni görünce okulda tişörtüne reklam alabileceğini düşünür. O hışımla gerekli temizlikleri yaparak tuvaletten çıkar, tertemiz yıkadığı elleriyle aklına gelen tüm kondom, pet ve bira markalarına “Bana reklam vermek ister misiniz? Okulda çok tanınan karizmatik bir kişiyim.” tadında mailler atar. Elbette cevap alamaz. Sadece O.K. markası “Böyle bir atraksiyon düşünmüyoruz.” diyerek geri döner Deniz’e. Bunun üzerine Deniz hafif tonda küfürler mırıldanarak bir web sitesi yapar. 2-3 arkadaşıyla birlikte sanki bu işi ciddi ciddi yapan büyük bir gruplarmış izlenimi yaratmaktan da çekinmez. Bunun ardından Ankara Jazz Festivali ve Kap Ambalaj için, Koç Üniversitesi’nde 2 pilot çalışma gerçekleştirilir. Sonra devreye Fatih kişisi girer, olayın rengi değişir...

İlk iş çok gecikmeden gelir: Ruffles (Fritolay) toplantısından “bir toplantıda yapmamanız gereken 101 şey” başlıklı küçük bir kitap bile çıkabileceği için bu kısımları hızlı geçeceğim. Ancak karlı havada The Plaza Otel'in önünde buluşmamız, bizimle orada bekleyen bir kızı çekiştirmemiz ve kızın bizimle toplantıya gelecek olan Bilgi Üniversitesi organizatörü çıkması, Deniz’in gecikmesi, hep birlikte gecikmemiz, taksiye bindikten sonra Deniz’in adresi ve görüşeceğimiz kişilerin adlarını unuttuğunu “hatırlaması”, toplantıda bütçe olarak yaptığımız parmak hesabı ve Deniz’in konuşmanın ortasında kalkıp saçlarını açıp savurarak toplantıya devam etmesi atlanamaz detaylar arasında yer alabilir...

Fritolay için yapılan Ruffles Idealoji tanıtımı esnasında ReklamGiy’in kapsamı sadece 3 üniversitedir: Koç, İstanbul, Bilgi Üniversiteleri... Bu çabuk başarının ardından ekip dallanarak büyür. Basit hiyerarşik bir yapıda, adeta bir titan zinciri gibi genişler ReklamGiy. Böylece temel insan ağını kuran ReklamGiy, İstanbul’un bütün büyük üniversitelerinde vardır artık. Her kampüste bir Organizatör, altında ekibi ReklamGiyen’ler, üstünde ReklamGiy’in çekirdek kadrosu vardır. İşin temel taşı olan organizatörler özenle seçilir ve 8 aşamalı bir sınava tabi tutulurlar. Son aşamada 10 saniyede 200 broşür dağıtma, 3 ayrı reklamlı tişörtü 20 saniyede giyme, çıkarma ve katlama ve aletsiz 90 derecelik afiş asımı sınavlarını da veren adaylar ReklamGiy Organizatörü manasına gelen RGO adını alırlar. Biz de bunu karizmatik olsun diye “ar ci o” diye okuruz. =P

İlk işin ardından öğrenciler de ReklamGiy’in namını duyarak siteye akın eder. Sitedeki “Bizimle çalışmak ister misiniz?” kısmındaki başvuru formu 2 hafta içerisinde tarafımızdan kapatılmak zorunda kalır. Aynı zamanda gazete ve televizyonlar da ilgilerini eksik etmeyerek ReklamGiy’in PR gücünü gösterirler. NTV Ana Haber Bülteni’ni ciddi ciddi sunan iki spiker son haberde cıvıyarak “Sen hiç reklam giydin mi? Ben giymedim. Ama bak bu çocuklar reklam giyerek para kazanıyor.” şeklinde ReklamGiy’i sunarlar. Milliyet’e verilen bir röportajda Deniz’e yöneltilen “Herşeyin reklamını yapar mısınız?” sorusuna Deniz’in pat diye “Siz lafı prezervatife getirceksiniz, biliyorum.” deyişi, Fatih’in “Prezervatif reklamı yapmanın gofret reklamı yapmaktan ne farkı var? Hem prezervatif daha faydalı...” sözleri, Burcu’nun “Bu hayatta herşey var. Kimden neyi saklıyoruz?” demeci damgasını vurur...

ReklamGiy o günden sonra bir çok işe imza atar. Uygulamadaki farklılığının yanında sürekliliğini de kanıtlyarak Türkiye ve Dünya’da bir ilk olur! Efes One Love Festivali, Ruffles Idealoji, ETİ Popkek, BenQ, Alfa romeo, Business Week, Akare ve Educaturk Eğitim Fuarları tanıtımları en önemli referansları arasında sayılabilir.

Kurulduğu günden bu güne, yüzlerce farklı öğrenciye gelir sağlayan, 3 büyük şehirde 27 kampüse ulaşmayı başarmış, yaptığı işler küçük olsa da düşüncelerinin her zaman büyük olduğunu kanıtlamış bir organizasyon olan ReklamGiy halen aktivitelerini sürdürmekte ve öğrencilere para kazandırmaya devam etmektedir. İlk tanıtımından beri sürdürdüğü “gelen paranın %70’i öğrenciye gider arkadaşım” politikasından da ısrarla taviz vermemektedir. Ve tüm bunların yanı sıra, öğrencilerin bir işin altından, amatör ruh ve profesyönel anlayış ile kalkabileceğini de kanıtlamıştır.

Elbette tüm bu zaman içerisinde yüzlerce komik, garip, saçma, adil olmayan şey geldi başımıza. Ajansların sizi kullanma çabaları, bazen alınamayan işler, “fiyatınız çok düşük, bunu yükseltip gelin” diyerek geri çeviren şirketler, bunun üstüne bazılarının da “fiyatlar yüksek sanki bize” demesi, dillere destan ajans ve şirket toplantıları, ajansların anlamsız gaz verme çabaları, ilk defa NTV Ana Haber’le televizyona çıkmamız ve “televizyon gerçekten kilolu gösteriyo olum” yorumlarımız, ReklamGiy Mayadrom ofis zamanları, meşhur RGO toplaşkıları ve beyin fırtınaları, Deniz’in aşkları, gelir endeksine bağlı büyüyen göbeği, Fatih’in saçları, Burcu’nun kariyer adımları, Serçin’in mutluluğu uzak diyarlarda arayışı... Hepsi ayrı birer hikaye kendi çapında, belki de zaman içerisinde tarafımdan kaleme alınacak...

Eklemek istediğim birşey de, yarattığımız bu işle, özellikle Deniz ve benim, fikrin ne denli önemli ama bir o kadar da uçucu, kaçıcı, gidici birşey olduğunu anlamamız. Yalnız karşı taraftakilerin anlamadığı hep şu oldu: Biz gurur duyduk kendimizle. “Esinlenilen” her fikrimizle gurur duyduk ve dedik ki “Ulan birileri araklıyorsa bizde iş var demek ki?..” Ve bastık kahkahayı!. Biz bir kaç çocuktuk fikirleri olan. Varsa yararlanmak isteyen, yeterliydi sadece sormaları... Ama biz de büyüdük ve olgunlaştık sanırım bu sayede.

Tüm bu çabalarımız içerisinde en önemlisi, bizimle çalışan öğrencilerimiz için zıplama tahtası olduk hep. Gurur duyduk bu bağlantımızla. Elbette buraya isimlerini sığdıramayacağım yüzlerce isim var bizimle birlikte beyinlerini aynı masaya koyan. Kısaca onları ve şu an ne yaptıklarını yazacağım. Unuttuğum isimler varsa aşağıya yorum bırakabilir ve ben de böylece isimlerini ekledikten sonra kendilerinden özür dileyebilirim.

İşte emektarlar:

M. Deniz OKTAR. Koç Üniversitesi Bilgisayar Mühendisliği Bölümü 3. sınıf Öğrencisi. Halen ReklamGiy'in başında. Değişik projelerle de ilgileniyor... (http://www.denizoktar.net/)

Fatih MISTAÇOĞLU. Nam-ı diğer sRGO. Mola verdi, ben gidiyorum dedi ve gitti. Şu an İngiltere’de... Blog falan tutuyo galiba?..

Burcu YONGACI. İstanbul Üniversitesi’nden mezun oldu. ReklamGiy’le ortak bir tanıtım yürütürken Youth Republic’le tanıştı. Şu an Youth Republic manevi ortağı. 24 yaşında direktör oldu bıdık...

Serçin YAZICI. ReklamGiy’le tanıtımlarını yaparken birden Akare Fuarları’nda tam zamanlı olarak çalışmaya başladı. Ardından yaptığı fuarlardan birinde iyi bir bağlantı buldu ve Canada’ya gitti. 2,5 senedir Vancouver’da. Homesense isimli büyük bir konsept mağazasında Görsel İletişim Koordinatoru olarak çalışıyor...

Burcu ÖZTÜRKLER. Youth Republic’te Marka Yöneticisi, global markalardan sorumlu. Aynı şirkette tanıştığı Cumhur’la evlilik hazırlıkları içerisindeler. =)

Bengü SELİN ve Okan KUZER. Bu örnek çift de kurcalayacak olursak ReklamGiy sayesinde tanıştı. =) ReklamGiy ve YouthRep’e uzun süre hizmet verdikten sonra Gordium adında bir organizasyon firması kurdular. Selim BAYINDIR önderliğinde güzel ve sanatsal işlere imza atmaktalar. Halen ReklamGiy’in organizasyon işlerini yürütmekteler... (http://www.gordium.org/)

Ercan ERSÖZ. İstanbul Üniversitesi mezunu. Emektar ReklamGiyici. Şu an Gordium’da Organizasyon Direktörü ve Kurucu Ortak...

Nilüfer GÜRTEKİN. Emektar RGO. Bahçeşehir Üniversitesi’ni bitirdikten sonra AKT (Akıllı Kart Teknolojileri) adlı bir firmaya girdi. Proje Satış Uzmanı olarak çalışıyor. (Burcu’larla aynı ofiste. )

Emine METE. Bahçeşehir Üniversitesi, Endüstri Mühendisliği Bölümü son sınıf öğrencisi. 2006 döneminde (Fatih askerdeyken) organizasyon sorumlusu ve yönetici. Şu anda Erasmus’la ülke ülke geziyor...

Cihan ERGÜR. Doğuş Üniversitesi. Fikir RGO’su. Önce YouthRep’te Fikir Adamı olarak çalıştı, şu an ADR (Altıncı Duyu Reklamevi) de Proje Geliştirmeci olarak çalışıyor. United Plankton üyesi. Blog yazarı... (http://tech4men.blogspot.com/)

Alev ERTEM. Koç Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Bölümü’nden mezun oldu. Şu an The Hall Kültür ve Etkinlik Merkezi'nde PR ve Proje Asistanlığı yapmakta... (http://www.thehallistanbul.com/) (http://magnetistanbul.com/)

Burçin ŞUŞUT. Yavru RGO. Avusturya Lisesi'nden mezun oldu. Zamanında lise takımlarını oluşturmak üzere aramıza katıldı. Lise festivali 12-12 projemiz sponsor sorunları nedeniyle hayata geçememişse de bu konuda üstün bir çaba gösterdi ve toplantılarımızda varlığını hiç eksik etmedi. Şu an Yeditepe Üniversitesi'nde Endüstri Ürünleri Tasarımı okuyup, bi yandan da tasararak çalışıp para kazanmaktadır. Ayrıca böyle bi yazıda yer aldığına da çok sevindi...

Ve bugüne kadar bize ve fikirlerimize destek vermiş olan herkese teşekkürler. Saygı, sevgi ve patlıcan...

Biz bir kaç çocuktuk fikirleri olan. Varsa yararlanmak isteyen, yeterliydi sadece sormaları... Ama biz de büyüdük ve olgunlaştık sanırım bu sayede.

Dedik ki hep: “Ulan birileri araklıyorsa bizde iş var demek ki?..”

24.03.2008 / pazartesi / 11:42 / bilgisayar / çalışma odası / ev / mayfield

Monday, 17 March 2008

Askerliğe Dair: Sinekler Işığa Doğru Uçar

Başlarken: Bulutsuzluk Özlemi – Sözlerimi Geri Alamam
Alt kat, Kozaklı İlçe Jandarma Karakolu, Uzman Jandarma Çavuş Odası / Nevşehir
82. gün – 3 Mart 2006 – Cuma – Şafak: 75 – Saat 23:00 civarı

82. gün... İlk 80 iyiydi ama son 2 gündür biraz can çekişiyorum gibi. İçim sıkıntılı, asabiyet hat safhada. İş yapasım yok! Mıntıka temizliği yaptırmak, içtima hazırlamak, nöbetçi değiştirmek istemiyorum artık!.. Asabiyetim işime de yansıyor. Çavuş rütbesi ağır basıyor. Yanlış yapana basıyorum kalayı! Hiç bana göre değil...

Hergün aynı şeyi yapıyor olmanın verdiği mide bulantısı olmalı bunlar. Bugün 82, kaldı 75. 2,5 ay... Geçer mi? Geçmesine geçer de bu boşa giden vakit?..

MSN’de Çiğdem’le konuşuyordum dün. “Nasıl gidiyor?” dedi. “Vakit geçiyor mu?” Çok garipti verdiğim örnek:

“Hani” dedim, “arkası açık kamyonetler vardır eski model. Arkada kasa kasa meyve vardır. Zaman zaman ezik, çürük meyveler... Araba tüm hızıyla giderken o meyvelerin üzerinde uçuşan küçük sinekler olur...”

“Heh bildim ben onu!” diye lafımı kesti. Devam ettim:

İşte o sinekleriz biz. O meyvelerin etrafında dönenip duruyoruz. Araç hızla giderken üzerlerinde kalmaya çalışıyoruz, helak olup yoruluyoruz. Bunu neden yaptığımızı da tam olarak bilmiyoruz. Şartlanmışız sadece, pek bilinçli değiliz. O meyve kasaları askerlik, o eski kamyonet de zaman!

Zaman geçiyor mu kolay? Geçiyor! Sen istesen de istemesen de geçiyor. Sabah 6’da kalktıktan sonra 8’deki içtimaya nasıl yetiştiğini bilemiyorsun. Kamyonet hızla yola devam ediyor. O sinek şoföre daha hızlı gitmesini söylese birşey değişir mi sizce?

Kamyonet aynı hızla gidiyor. Einstein’a göre görecelidir zaman. Evet öyle. Eğitimde, karlar üstünde ayakta dikilirken çok çok yavaşlayabiliyor zaman ve uyuşan ayaklarınızdaki her bir karıncalanmayı tek tek hissedebileceğinizi sanabilirsiniz ama normal bir meşguliyetiniz varsa elinizde, zaman geçiyor. Kamyonet aynı hızla gidiyor ve o sırada sizin yaptıklarınız, kamyonetin gidişini ne derece hissedeceğinizi belirliyor.

Ne yapabilirsiniz? Kamyonet, meyveler ve sinekler. Yolun gerisine bakabilirsiniz. Ne kadar uzun bir yol aldığınız gerçeği genelde iyi geliyor.

Genelde bunun tam tersi yapılıyor. Kamyonetin ilerisine, varılacak noktaya bakılıyor. Askerde insanlar şafak sayıyor. Ben daha depresif birşey görmedim! Gaziantep’ten İstanbul’a yolculuk ediyorsunuz ve yola çıkar çıkmaz İstanbul’u görmeye çalışıyorsunuz ilerde. Boş çaba! Bir çokları varacakları noktayı görmekten çok uzak. Özellikle uzun dönem askerler... İleriye bakmak boş ve sinir bozucu bir çaba. Varış noktası yavaş yavaş görünmeye başladığında da tüm hızınızla gitmenize rağmen hiç yaklaşmıyor gibi gelmesi sizi boş ufuklara bakmaktan da beter ediyor.

Askerlikte birçok şey tam tersi. Hayatınızda hep ileriye bakın ama burada sadece sizi depresif kılıyor...

Çünkü burada birşey değişmiyor. Öyle bir sistem var ki, çarkları ayarlananın dışında hareket ettirmek imkansız. Kamyonetin üstündeki küçük sinekleriz; bir saat kulesinin içinde ne yapabilirsin ki?..

İleriye bakmak “daha çok var!” dedirtmekten başka bir işe yaramıyor. En iyisi bir meyvenin üzerine kon, arkaya dön, biraz ye, biraz izle. Zamanı geçtikçe görmek, geçmesini beklemekten daha iyi. (Hoş başka seçeneğin de yok ya...) Askerlik bu sebeple sivil hayatın tersi. Orada günü uzatmaya, yavaş geçmesini sağlamaya çalışırken, burada hızlandırmaya çalışıyorsun. O sebeple sivil hayatta ileriye bakıyoruz bence. Zaman öyle daha yavaş işliyor. Bir paketin gelmesi için pencerenin önünde beklediğinizi düşünün. Hiç bitmeyecekmiş gibi süren bir bekleyiş...

Bu sinir bozukluğuyla oturup biraz yazayım ve bir yandan da kahvemi yudumlayayım dedim, olmadı. Yalnız kalamıyorsun burada. Her taraf sinek!

Sonunda oturabildiğimde kahvem yoktu ama hiç olmazsa müzik var biraz, Tarkan, Sezen, Bulutsuzluk Özlemi... Ahh MP3 çalarım olsa yanımda!..

Bu sinir bozukluğu ne kadar sürer bilmiyorum. Gerçi spor için çıktığımızda inanılmaz bir işaret gördüm bugün. Hafiften inanırım gökyüzünden gelen işaretlere. Ve bu gördüğüm en güzel gökkuşağıydı. Başı ve sonu olan tam bir yarım daire! Tüm renkleri seçilebiliyordu! Sabahtan beri yavaş yavaş bozan, ufak ufak yağmur atıştıran, geldim geleli ilk defa uçururcasına esen bir hava ve finalde gökkuşağı! Gerçekten anlamlı bir işaret benim için...

Bu karamsar yazı nereden çıktı? Çücnkü 80. günümde, geldiğimden beri kafamdan uzak tuttuğum soruların içeri girmesine izin verdim. En baba soru: “Benim burada ne işim var?”

Evimi, cafeyi, sokaklarımı özledim. Ailemi, arkadaşlarımı, köpeğimi özledim! Ve gerekli telkinleri veremeyince sistem çöktü. Gardım düştü...

Geldiğimden beri kendimi kandırdığımı bilsem de kandırmaya devam ediyordum; işe yarıyordu çünkü. Ama bir kere gerçeği görünce, aynı şey değil. Bu bir kandırmaca. Harcanan benim hayatım. Ben bir tutukluyum. Özgürlük uzak bir kavram...

Gene de bu kapıdan çıkıp gideceğim o güneşli mayıs sabahı, ayakta durmama yetecek kadar ışık saçıyor yolun ötesinde; zaman zaman görebiliyorum ileriye baktığımda. Geriye bakın dedim durdum yazı boyunca, kendimle çeliştim biliyorum ama napalım, doğamızda var: Sinekler ışığa doğru uçar!..

(2 yıl sonra yazıya ek: Bu yazı yazıldıktan kısa bir süre sonra dizimdeki rahatsızlık için yapılan tetkikler sonucu ameliyat olmak üzere hastaneye sevkedildim. Sanırım 95. günümde hastaneye yattım. 5 gün sonra ameliyat oldum ve ameliyattan 1 hafta sonra 60 günlük raporla evime gönderildim. Evime giderken birliğime uğrayarak personel astsubayı tarafından terhis edildim. Daha sonra karşıma 5 gün borç çıkaracaklarsa da askerliğim bitmişti. Gökkuşağı haklı çıkmıştı... O güneşli mayıs sabahına evimde uyanmıştım...)

ilk yazım: 03.mart.2006 / Nevşehir
düzenleme: 16.mart.2008 / 23:42 / pazar / çalışma odası / bilgisayar / Mayfield

resim 1: serkan altuniğne
resim 2: ?
resim 3: rainbow - skize@deviantart
resim 4: home - shanepeters@deviantart

Sunday, 9 March 2008

İngiltere Günlükleri - Mayfield: Başlangıç...

İlk izlenim: Nerede olursan ol, insan aynı insan!

Kelimenin tam anlamıyla aynı değil belki ama malzeme kesinlinkle aynı...

İlk haftamda “İngilizler soğuk olur” şeklinde bir saptamada bulunamadım açıkçası. Aslında çokça duyduğum bir söylemdi. 8-10 insanla tanıştım şimdiye kadar ve hepsi de gayet sıcakkanlı insanlar. Buradaki 2. günümde tanıştığım yan komşum Simon beni masa tenisi oynamaya evine bile davet etti ve 4. günümde güzel bi maç yaptık. Biraz paslanmışım ve yenildim...

Burada sokakta gördüğünüz insanlar size gülümseyerek günaydın diyorlar mesela. Tabii ki burası kendi kendine yetebilen ama gene de küçük bir kasaba. Londra’nın Liecester Meydanı’nda bu böyle değil ama birkahve dükkanına girdiğinizde gene de sıcaklar. Şimdilik bir haftadır Mayfield’dayım ve karar verdim, “İNSANLAR MUTLU!” “İşte” dedim, Gayri Safi Milli Hasıla yüksek olunca böyle oluyor!” İnsanların keyfı yerinde!

Ben hala alışmaya çalışıyorum ancak öyle dağlar kadar da bir fark yok ortada. Alışmaya çalıştığım şey ailemin, arkadaşlarımın ve sanırım Taksim’in burada olmayışı. Şuraya gelsin Taksim, gene evimin yarım saat uzağına, bütün arkadaşlarımı ikişer üçer şu harika, İngiliz mimarisine sahip, bayıldığım, dubleks, bahçe içindeki evlere yerleştireyim East Road boyunca... He bi de Boğaz’ı da buralara bi yere çekmek lazım; Bebek, Emirgan, “Arnavutköy”... Sora vapurlar... Yok olmıcak galiba? Hiç bi yer İstanbul gibi değil... =) Ama orayı İstanbul yapan benim arkadaşlarım, benim ailem, ilişkilerim, hatıralarım. Eğer onlar burada olursa çok harika bi yaşam sürebiliriz zannımca burada bir süre. Bunu daha rahat görebiliyorum şimdi. İstanbul'u İstanbul yapan biziz...

İstanbul yazıyı kendine çekmeye çalışıyo ama gene insan konusuna dönüyorum. =)

Bazı farklılıklarına rağmen insan aynı insan. Yok onların örf ve adetleriymiş de, farklıymışız da, anlaşamazmışız da, bizi hiç sevmezlermişde falan da filan! Geç arkadaşım! Elbette anlaşamadığımız zamanlar olmuştur, savaşmışızdır, dövüşmüşüzdür ama bence bunlar aşırı milliyetçi zırvalar sadece. Ha bence birileri o şekilde düşünmemiz için ayrıca çaba sarfediyo, o da ayrı bi mevzu...

İlk defa yurt dışında bulunuyorum ve burası ilk yer tanıdığım ve fikirlerim daha fazla yer gördükçe değişebilir ama Mayfield için konuşacak olursak, ekonomik durumun çok çok daha iyi olması dışında bizim Marmaris’in Hisarönü Köyü’nden çok bir farkı yok benim gözümde...

Ama doğa farklı! Evet gene ağaçlar, çimenler, çalılar falan ama bir şekilde farklı. Hissedebiliyorsunuz bunu. Yeşil geniş düzlükler, çok dallı, kısa ağaçlar... Tabii bir de insanların eklediği yapılar katkıda bulunuyor buna; o harika evler!..

Şöyle anlatmaya çalışayım: J.R.R. Tolkien (John Ronald Reuel Tolkien)’in yazdıklarının, Yüzüklerin Efendisi Serisi, Hobbit gibi hikayelerin buralardan köken aldığını rahatlıkla anlıyorsunuz. (Eğer bu isimleri hiç bilmiyor ve bu kitapları hiç duymadıysanız bkz. "Bilmemek ayıp değil, öğrenmemek ayıp.") Bazı noktalardan baktığınızda hikayedeki Hobbit Köyü Shire’da gezindiğinizi sanabiliyorsunuz. Çevre yemyeşil, kocaman çatılı evler sanki hobbitlerin yere oyulan evlerini andırıyor. Hiç bi ev tek başına yerden yükselmiyor çünkü. Yanında ağaçlar, eklenmiş başka binalar, garaj vs derken diğer bir ev geliyor. Evlerin kapıları, oymalar, bahçedeki heykelcikler...

Orman tarafında gezinirken de aynı esintiyi yakalıyorsunuz. Kargacık-burgacık dallı ağaçlar, sağa-sola uzanan patikalar, küçük bir dere...

Bir de oyun parkında çocuklar oynarken dikkatimi çekti. Mevsim kış olduğundan 3-4 yaşındaki çocukları kocaman mantolara sokarlar ya hani? Çocuğun kollar yanda istemsizce asılı kalır. Sora da çocuk oynarken sıcaklar ve yanakları kıpkırmızı olur. İşte alın size bildiğiniz cüce görüntüsü! =) Sağa-sola yalpalanarak koşuşturan, çok hareketli, kısa boylu insancıklar...

Şimdiye kadar okuduğum, izlediğim, kulaktan dolma edindiğim bilgilerin üzerine burayı eklediğiniz zaman, İngiltere’nin küçük bir kopyasında yaşadığımı söyleyebilirim. Mesela “hoşgeldin yemeği”m için gittiğimiz buranın en meşhur pub’ı The Middle House, ilk sahibine kral tarafından 15. yy’da verilmiş. Oldukça da geniş ve köklü bir tarihe sahip aynı zamanda Mayfield... (Aşağıda The Middle House'u görmektesiniz...)

Son olarak bir de yağmur. =)

Pat diye gelip pat diye gidebiliyor, evet. Yağmursever bir kişilik misiniz bilemiyorum ama ben öyleyim. Böyle olduğum için mi yoksa buraya özel mi seçemedim ama ben çok zevk aldım buradaki yağmurdan. Sonra düşündüm biraz. Şakır şakır yağmur yağarken, bir yerleri sel aldığı, delicesine bir trafiğin başladığı, istimlak dereleri düzgün yapılmadığı için zaten iki yakasını zor bir araya getiren insanların evlerini su bastığı, derelerin taşarak can aldığı haberlerini duyma olasılığınız azaldıkça, hele ki şu küresel ısınmanın eşiğinde daha bir zevk alabiliyorsunuz yağmurdan...

Fatih Mıstaçoğlu Mayfield/Londra’dan bildirdi... =P

/ 07.03.2008 / cuma / 13:53 / oda / cam kenarı / sandalye / defter

İşte bu da o cam kenarı... =)

fotoğraflar: fab

Related Posts with Thumbnails